Yunanistan Komünist Partisine Mektup

YKP

Merkez Komitesi’ne

21.07.2005

Değerli Aleka Papariga Yoldaş,

Geçen yılın sonunda Türkiye’ye yaptığınız bir ziyaretle ilgili basında çıkan habere tesadüfen rasladık ve okuyunca hayretler içinde kaldık. Zira bu haber, Yunanistan Komünist Partisi (YKP) ve Türkiye Komünist Partilsinin (TKP) kuruluşlarından beri ulusal ve uluslararsı alanlardaki siyasetlerine uymuyordu.

Basında çıkan habere göre, Türkiye’deki „kardeş“ partiniz „TKP“’yi ziyaret ettikten sonra Yunanistan’da yaptığınız basın toplantısında, her iki partinin Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine, bu üyeliğin yalnız kapitalizmin ve emperyalizmin çıkarına olduğu için karşı olduklarını ifade etmiş, AB­-çevrelerinin, Türkiye’nin son yıllarda yapmış olduğu demokratikleşme yönündeki sözde gelişmelerle ilgili raporlarını da, yalnız gerçek durumun örtbas edilmesine hizmet ettiğini söylemiş ve kendinizin bizzat Türk „güvenlik güçlerinin“ zorbalıklarına şahit olduğunuzu belirtmişsiniz.

Bir gazetecinin, ezilen azınlık olarak durumlarının iyileşmesini uman Türkiye’deki Kürtlerin AB üyeliğine taraftar olduğunu söylemesi üzerine, Kürtler için de sınıfsal sorunun önemini belirterek „Kürtlerin birliği yoktur. Kürtler arasında küçük bir işveren grubu vardır ki, bunlar şimdiden Türk meslektaşlarıyla şahane anlaşmaktadırlar“ demişsiniz ve Kürt halkının çoğunluğu için ise Türkiyenin AB’ye girmesiyle durum değişmiyecektir diye konuşmuşsunuz. Eğer „Avrupa“ Kürtlere daha çok hakların verileceğini vaadediyorsa, burada söz konusu olanın yalnız neoliberal sistemin çerçevesinde olan küçük kültürel tavizler olduğunu, ama Kürt halkının üzerindeki sömürünün ve baskının kaldırılmasının söz konusu olmadığını açıklamışsınız ve eğer AB’ye giriş çerçevesinde Kürt partilerinin seçimlere girmesine müsaade edilirse, yeni kurulan partilerin çoğunun AB’nin emperyalist sisteminin destekcisi olacağından emin olunabilileceğini belirtmişsiniz.

Değerli Yoldaş,

Bildiğiniz gibi, reel sosyalizmin dağılmasıyla komünist hareket büyük bir yara aldı. Kimi partiler tamamen sağa savruldu, kimileri ad değiştirdi. Ülkemiz Türkiye’de de o zamanki TKP genel sekreteri Haydar Kutlu , Gorbatschow yönetiminin de desteğiyle Türkiye Işçi Partsi (TIP) ile birleşerek TBKP’yi (Türkiye Birleşik Komünist Partisini) oluşturdu. Maalesef bu birleşmeye karşı olanların gücü, bu gelişmeyi engelleyemedi. TBKP Türkiye’de legal çalışmak için başvurdu. Ama devlet kuruluşundan beri gizli koşullarda savaşmaya zorlanan TKP’yi tanımadığı gibi, legal koşullarda çalışacağını beyan eden ve bizce bir sağa kayış olan TBKP hareketini de tanımadı ve yasakladı. Bu yasak her iki parti üzerinde de halen sürmektedir. Gerek sizin Türkiye’de şahit olduğunuz güvenlik güçlerinin müdahalesi, gerekse bu yasaklar Türkiye’nin en önemli demokrasi sorunlarından birdir.

Türk burjuvazisi bir yandan bu yasağı sürdürürken, diğer yandan da TKP ve Sovyet karşıtı güçlerin TKP adı altında örgütlenmelerine göz yumdu. Daha 1920’lerde devlet kendi eliyle sahte bir TKP kurdu, ama tutmadı. Günümüzde de kendisine SIP (Sosyalist Iktidar Partisi) diyen ve Türkiye solunda troçkist ve TKP karşıtları olarak bilinen bir partinin yöneticileri, Kutlu ve çevresinin sağa kayışını ve fiili likidasyonunu fırsat bilerek bir gecede, yangından mal kaçırır gibi partilerinin ismini bırakıp TKP adını aldılar. Oysa her demokratik ve sol örgütün önünde durduğu gibi, kendisine Sosyalist Iktidar partisi diyen SIP’in önünde de, TKP ve diğer parti ve örgütler üzerindeki yasağın kalkması için mücadele etmek gibi demokratik bir görev duruyordu. Onlar ise bunu yapmayarak, TKP’nin ismini kendilerine malettiler ve TKP adı altında faaliyet yürütmeye başladılar. Bunların hedefi TKP siyasetini, gelenek ve anlayışını yok etmek, yeni yetişen ve harekete katılacak olan genç nesillerin kafasını karıştırmaktır. Bu girişim, Türk egemen çevrelerinin Türkiye komünist hareketine ideolojik ve politik saldırısından başka bir şey değildir. Nitekim Ankara Cumhuriyet Savcısı, Türk televizyonunda yaptığı açıklamada bu yeni “TKP”’yi kuranların eski TKP ile bir bağları olmadığını, kuranların “masum” insanlar olduğunu ve yasalara aykırılıklarının bulunmadığını belirterek onlara meşruiyet kazandırdı. Böylece devlet gerçek TKP üzerindeki yasağıda perçinledi.

Kanımızca bu girişim de eninde sonunda fiyaskoyla sonuçlanacak ve TKP asli sahiplerine yeniden kavuşacaktır. Ne burjuvazinin yasakları, ne de bu gibi provokasyonlar partimizin ilk başkanı Mutafa Suphiler’den beri günümüze kadar gelen bir savaş geleneğini yaşatmaya çalışan ve Marksist-Leninist ilkeleri ardıcıl olarak savunan TKP’lileri savaştan alakoyamadı ve koymayacaktır. Bu dönem olağanüstü bir dönemdir ve geçicidir. TKP tarihsel bir zorunluk sonucunda doğdu ve bu zorunluluk bugün de hala geçerliliğini korumaktadır.

Kendine bugün “TKP” diyen bu SIP grubunun eski TKP ile bir ilişkisi yoktur ve onun politik anlayış ve görüşlerine temelden tersdir. Biz bu bilgileri size haberiniz olsun diye aktarıyoruz. Gayet tabii ki, istediğiniz partiyle ilişki kurabilirsiniz. Kiminle ilişki kuracağınız sizin özgür kararınıza bağlıdır.

Bilginiz olsun diye, onların internet sayfalarında ve yayınlarında çıkan bir kaç noktaya daha deyinmek istiyoruz.

Kürt sorunu

Onlar Kürt sorunuyla ilgili olarak şöyle diyorlar: „Kürt sorunu her şeyden önce yoksul Kürt emekçilerinin daha ağır bir sömürüye maruz kalmalarından kaynaklanan bir sorundur….. Kürt emekçilerinin sorunları da, Türk emekçilerinin sorunları da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan sermaye sahiplarinin iktidarda olmasından kaynaklanmaktadır…… kurtuluşu da sosyalizmdedir.“

Bu söylem milliyetci tutumun açık bir ifadesidir. SIP bu Kürt siyasetiyle, Türk milliyetciliğini savunuyor ve devletle uyum içinde çalışıyor. Kanımızca, Kürt sorunu her şeydan evvel ulusal ve siyasal bir sorundur. Kürt halkı bir ulustur ve bu topraklarda en eski haklklardan biridir, Türkiye nüfusunun da üçte birini teşkil eder. Bu halka Cumhuriyet kurulduğundan beri hiç bir ulusal ve demokratik hakkı verilmemiştir. Dili, kimliği ve varlığı inkar edilmiştir. Bunu inkar edenler sadece devleti yöneten egemen çevreler değil, Türk siyasetinde kendine „sol“, „marksist“, „marksist-lenininst“, „sosyalist iktidar“ diyen grup ve partilerdir de. Bunların hepsinin birleştiği ortak nokta egemen ulus milliyetciliği ve şövenizmdir. Şüphesiz Kürtlerin içinde de her kapitalist ulus gibi işçisi, köylüsü, bujuvazisi, feodali, işbirlikcisi gibi değişik sınıf ve tabakalar vardır. Kapitalizm koşullarında hiç bir halk gibi Kürt halkı da homojen olamaz. Türk ve Yunan halkları da homojen değildir. Homojenlik komünistlerin en büyük ideali olan komünizmde gerçekleşir.

Ne var ki, Kürt halkı Türkiye’nin kuruluşundan beri, Kürt olarak hiç bir hakka sahip olmadığı için, emekcileri yalnız sınıfsal sömürünün değil, ağır bir ulusal baskının altındadır. Tüm Kürt halkı barbar bir asimilasyon ateşi içindedir. Ben Kürdüm diyen her kes bu saldırıyla karşı karşıyadır. Kürtler gibi olmasa da Türkiye’deki diğer azınlıklar, özellikle Ermeniler ve Rumlar da bundan nasibini almaktadırlar. Bu insanların Türk devletiyle sorunları fazla sömürüldüklerinden değil, Rum, Ermeni ve diğer ulusal azınlıklardan olmalarından kaynaklanıyor. Türkiye’de yaygın olan egemen görüş ve anlayışa göre Türkiye’yi bölmeye ve parçalamaya kalkanlar, biri diğerinden kötü Rumlar, Ermeniler ve Kürtlerdir. Türk devletinin milliyetciliği bu söylemlerle işçi ve emekçilere, yığınlara mal ediliyor.

Böylesi bir durumda kendisine komünist diyen bir partinin yöneticileri sosyalist siyaset adı altında, bugünün Türkiye’sinde „bölücülüğe karşı Kürt emekçileriyle Türk emekçilerinin birlikteliğini“, Kürt ve Türk yoksullarının „ortak bir yurtseverlik kültürünün“ geliştirilmesi çağrısı yapmasına ne denir? Kürtlerin yurdu olan Kürdistan’ın coğrafi olarak bile anılmasının yasak olduğu bir ülkede ortak „yurtseverlik“ kültürü ne anlma gelir? Kürt çocuklarına da 80 yıldan beri „Türküm, doğruyum, çalışkanım“ diye egemen kültürün „yurtseverliği“ devlet eliyle verilmektedir. Bu anlayışın komünistlik adına savunulması bir yüz karasıdır. Oysa eski TKP bu halkın ayrılma da dahil kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz savunmuştur ve savunmaktadır. Bu ideolojik ve siyasi bir tutumdur, enternasyonalist bir tavırdır. TKP’nin hala yasaklı kalmasının temel nedenlerinden biri de, Onun Kürt sorununda Türk devletine karşı ödünsüz mücadele vermiş olmasıdır. Bu onun Türk egemen çevreleriyle sınıfsal uşlaşmazlığından , proleter enternasyonalist ilkelere bağlılığından kaynaklanmaktadır.

Kıbrıs sorunu

Onların bu milliyetci tutumuna bir diğer örnek de, Kıbrıs konusundaki konumudur: Bu konuda şöyle diyorlar:

„… başta komünist partiler olmak üzere, Türkiye ve Yunanistan’ın ilerici güçlerinin, Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkı adına kendilerini sürecin yabancısı olarak hissetmelerine kesin bir son verilmelidir. Kıbrıs, bugün bu iki ülkenin halklarından başlayarak Akdeniz ve Ortadoğu halklarının ortak sorunu haline gelmiştir ve anti-emperyalist bir çözümün olanaklı hale getirilmesi için Kıbrıslı emekçilere ideolojik ve siyasi bir güç aktarılması son derece önemlidir. Zaten, Kıbrıslı bir çözüm, Kıbrıs’taki emperyalist ve gerici dış müdahaleyi bertaraf edecek aktif bir politik tutumun parçası olmamıza bağlıdır. 
Adanın bütün yabancı silahlı güçlerden arındırılması, emperyalist üslerin kapatılması, AB üyeliğinin iptali, Kıbrıs’ın birliğinin sağlanması, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin yönlendiriciliği ve himayesinde sahte çözüm yollarının kapatılması talep ve hedefleri geçerliliğini korumaktadır. Kuşkusuz bu yönde tutarlı bir çizgi yalnızca komünistlerin öncülüğünde ve birleşik sosyalist Kıbrıs hedefiyle üretilebilecektir.“

Kendisine „TKP“ diyen bu grubun bu görüşlerine ne dersiniz bilemeyiz, ama bu bize, 1974 yılında yapılan Türk askeri çıkartmasını anımsattırıyor ve onu haklı çıkartıyor. Bunların bu „sınıfsal ve sosyalist siyaset“ çizgisine göre, „TKP“ ile YKP Kıbrıs’a ideolojik ve politik müdahale edecek, AKEL saf dışı edilecek, AB gibi emperyalist blokundan çıkılacak ve birleşik bir Kıbrıs oluşturularak sosyalist bir iktidara telim edilecek. Bu da Orta Doğu Halklarının mücadelesinde bir rahatlama sağlıyacak. Şüphesiz bu çizgi ve anlayışın, bize göre çiddiye alınacak bir yanı yoktur ve eski TKP’nin çizgisiyle taban tabana zıttır. TKP başından beri Türkiye’nin müdahalesine karşı çıktı ve Türk askerine „Kıbrıs’tan geri dön“ çağrısında bulundu. Daha o zaman TKP ve YKP yayınladıkları ortak bildiri’de „her iki Parti, emperyalistlerin ve onlara bağlı işbirlikçi Türk-Yunan çevrelerinin Kıbrıs’ın içişlerine karışmasına karşıdır. Kıbrıs halkının haklı savaşına kesinlikle destekler. Onlar, Kıbrıs devletinin bağımsızlığından, bölünmezliğinden, toprak bütünlüğünden, Rum ve Türk topluluklarının aralarındaki ilişkileri kardeşçe barışcıl yollarla düzenlemelerinden yana“ olduklarıni belirttiler.

SIP’in yaptığı bu milliyetcilik Türk devletine egemen olan güçlerin sol içindeki ideolojisinin bir uzantısıdır. Onlar Türk askerinin Adadaki varlığından söz etmiyorlar, Adada yaşayan iki toplumun kendi sorunlarına kendilerinin karar vermesine karşıdırlar, Kıbrıs emekçilerinin partisi AKEL’in iç işlerine karışıyorlar ve „devrim“ ihracı için çağrıda bulunuyorlar. Bizce bunlar bir komünist partisinin tutumu olamaz, markscı-leninci anlayışa, enternasyonalist dayanışmaya taban tabana zıttır.

AB (Avrupa Birliği) konusu

Onlar AB ile ilgili olarak söyle diyorlar: “AB üyesi değil, sosyalist Türkiye”. “Sosyalist Türkiye, AB üyesi bir Türkiyeye göre bin kat daha gerçekci bir hedeftir“

Bizim kanımıza göre, AB Avrupa kapitalinin devlet düzeyinde bir örgütüdür. Her kapitalist Avrupa ülkesi bu birliğe girip, kendi kapitalinin hem ulusal hem de uluslararası alanda daha iyi değerlendirilmesi koşullarını yaratmak ve daha çok kar elde etmek için işçi ve emekçileri daha çok sömürmek isteyecektir. Bu durum bir yandan ulusal planda çelişkileri derinleştirecek, sınıf savaşında yeni olgular yaratacak, diğer yandan uluslararası semayeye karşı uluslararası işçi hareketinin birliğinin güçlendirilmesi için bir dizi objektif olanakları bilikte getirecektir. Bu olanakları devrimci savaş için değerlendirmek komünistlerin başta görevidir.

Komünistler kapitalin kendisine ve her türlü birliğine karşıdırlar ve ona karşı savaşırlar. Hedef bu savaşın sonunda sosyalist bir dünyanın oluşmasıdır. Ama günümüz koşullarında ne sosyalist bir dünya, ne de sosyalist bir Avrupa gerçekcidir, bu bir hayaldir. Sosyalist Avrupa Birliği olması için her şeyden evvel tüm bu devletlerin sosyalist devletler olması gerekir. Tüm bu devletlerin aynı anda sosyalizme geçeceği bugünkü koşullarda realist değildir. Avrupa devletleri homojen bir yapıya sahip değildir, olması da kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasına aykırıdır. Gerek Avrupa Birliği ülkelerinde, gerekse girecek olan ükelerin gelişme düzeyleri ve her ülkedeki güçler dengesi, emek cephesinin konumu hem objektif hem de sübjektif faktörler bakımindan farklıdırlar. Kaldı ki, Marx’ın ve Lenin’in de belirttiği gibi, sosyalizm yalnız Avrupa değil, dünya ölçeğinde ele alınması gerekir.

Avrupa Birliği reel sosyalizm döneminde, NATO ve ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ile birlikte, özü itibarıyla Sovyetler Birliğine ve sosyalist sisteme karşı kutsal bir ittifaktı. Bugün ise böylesi bir iffifaka gerek kalmadı. Emperyalist güçler arasında, özellikle AB ve ABD arasında rekabet gittikçe kızışıyor. Çıkarları artık açık bir şekilde çatışıyor. Her emperyalist odak kendi etrafında güç toplamaya, güçüne göre de serbest piyasada „hak“ iddia etmeye başladı. Bu durum AB’nin geleceğini derinden etkiliyor. Irak olayı bile AB’nin ne kadar „kalıcı“ ve „sağlam“ bir birlik olduğunu gösterdi. Oluşmakta olan emperyalist odaklar arasındaki bu paylaşımın yeniden bir dünya savaşına yol açabileceğini söylemek bir kehanet değildir. Komünistlerin görevi, emperyalistler arasındaki bu kirli oyunları halklarına anlatmak, yığınların güvenini kazaanmak ve dünya komünist hareketinin birliğini güçlendirmektir.

AB’nin, dünya enerji ve hammadde kaynaklarının paylaşımında „hak“ sahibi olabilmek için, acilen petrol bölgesinde „geostratejik“ konumlar elde etmesi gerekiyor. Bunun bir yolu ise Türkiye’yi ittifaka almaktan geçiyor. AB’nin Türkiye’yi ittifaka almak istemesi, Türkiye’nin ekonomik ve demokratik koşulları „başarıyla“ yerine getirmiş olmasından değil, onun Türkiyeyi „sadık“ bir müttefik, bir köprübaşı olarak kullanmak istemesinden ileri gelmektedir. Türkiye için ise, AB’ye girmek veya bir başka blokta yer almak yeni bir şey değildir. Türkiye kurulduğundan beri emperyalist sistemin politik, askersel ve ekonomik kuruluşlarına göbeğinden bağlıdır. Ama Türkiye için yeni olan, Türk kapitalistlerinin önemli bir çoğunluğu vardığı bugünkü evrede AB üyeliğini temel alarak kendini reforme etmek ve konumlarını güçlendirmek istemesidir. Bu yalnız alt yapıda değil üst yapıda da bir sıra burjuva demokratik reformların gerçekleştirilmesini zorunlu kılıyor. Türkiye emekçi halkı yıllardan beri bu demokratik hak ve özgürlükler için yoğun bir mücadele vermektedir. Bu uğurda binlerce şehit vermiştir.

Şimdi AB üyeliği sürecinde üst yapının kısmen de olsa batı burjuva demokrasisi anlamında yapılandırılması Türkiye insanının yıllardan beri uğrunda mücadele ettigi ve özlemini çektiği demokratik hak ve özgürlüklere kavuşma hayallerini güçlendiriyor. Kağıt üzerinde de olsa bir dizi yasal değişiklikler, Türkiye insanının yaşamında ele geçirebileceği yeni sılahlardır. Işkencenin yasaklanması, idam cezasınin kalkması, Kürt halkının kendi dilini korkmadan kullanabilmesi sizin için bir değişiklik olmayabilir, ama o insanlar için büyük bir başarıdır. Formel de olsa bu haklar, işçi ve emekçilerinin, Kürt halkının ve diğer azınlıkların demokrasi mücadelesine büyük bir ivme kazandırıyor ve yeni örgütlenme olanakları sağlıyor. Ortaya çıkan her yeni koşulda demokratik hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesi, yığınlara mal edilmesi, işçi ve emekçilerin hayat koşullarının iyileştrilmesi için mücadele komünistlerin başta gelen sınıfsal savaş görevidir. Bu savaşlar içinde yığınlar eğitilecek ve mevcut düzenin yerine istedikleri düzenin gerekliliği bilinçine ulaşacaktır. Bu bilinçe oluşılmadan ne ilerici ve devrimci ne de sosyalist bir iktidar mümkündür. Bu bir siyasi savaştır ve sınıf savaşının ayrılmaz bir parçasıdır.

AB konusunda Türkiye toplumu ikiye bölünmüştür. Bir yanda aralaında dışa açılmak isteyen liberal büyük burjuvazinin de bulunduğu, formel de olsa demokratik hak ve özgürlüklere kavuşmayı savunan AB taraftarları, diğer yanda da hala iktidarı elinde tutan askeri çevreler, iç gericilik, faşist ve miliyetci şöven hareketler, milliyetci „sol“ gibi AB üyeliğine karşı çıkan güçlerdir. Bunlar işçi ve emekçilerin, Kürt halkınin bazı hakları elde etmesinden ürkmekteler, kendi iktidar konumlarını kaybetmekten korkmaktadırlar. Kendine „TKP“ diyen grup da AB’ye karşı çıkanlar arasında yer almaktadır. Bunlar derin devletten, statükonun bozulmasını istemeyen egemen güçlerden meşruiyet kazanmayı hedefliyorlar, iç politikada „yurtseverlik“ kisvesi altında gizleniyorlar.

Değerli Aleka Yoldaş,

Ülkemiz Türkiye için AB kendi başına ne kurtaran ne de batıran bir gemidir, halkımızın ve ülkemizin kurtuluşu ise hiç değildir. Bu aynı şekilde Yunanistan için de geçerlidir. Kapitalist bir ülke olarak Türkiye bir kapitalist blok olan AB’ye girmek istemektedir. Bugünkü tek boyutlu kapitalist bloklardan oluşan dünyada kömünistlerin bir kapitalist bloku diğerine tercih diye bir politikaları söz konusu değildir. Ama söz konusu olan egemen güçlerin atmak zorunda oldukları adımlarla doğacak yeni olguları demokrasi ve sınıf savaşı için değerlendirmek ve bu adımların getireceği tehlikeler konusunda yıığınları uyarmaktır. Burjuvazi asla özgürlükleri bağışlamaz. Ama burjuvazi çıkarları gereği kimi öggürlükleri vermek zorunda kalır. Bu özgürlükleri sınıf savaşinda silah olarak kullanmamak markscı ve leninci bir anlayış değildir.

Marx bu kunuda şöyle der: “Onların (Fransız işçilerin) görevi geçmişi tekrarlamak değil, geleceği kurmaktır. Işçiler kendi sınıfının örgütlülüğünü tam olarak sağlayabilmek için, cumhuriyet özgürlüklerinin kendilerine verdiği araçları sakin ve kararlı bir biçimde kullanmalıdırlar:” (MEW 17/277. “Politik özgürlükler… bizm silahlarımızdır… Deniyor ki, her politik eylem varolanın tanınması anlamına gelir. Ama bu varolan bize varolana karşı protesto edecek araçları veriyorsa bu araçların kullanılması varolanı tanımak değildir.“ (MEW 17/416/417)

Hiç şüphesiz ki, burjuva demokrasisinin her türü formeldir ve kapitalizmin ebedileştirilmesine yöneliktir. O ne kadar özgürleşse ve genişlese de sosyalist demokrasiden her zaman geridir ve sonuçta bir burjuva diktatörlüğüdür. Ne var ki, her kapitalist ülkede burjuva demokrasilerinin açılımları biribirinden farklıdır. Türkiye ve Yunanistan arasında olduğu gibi. Bunun objektiv ve sübjektif nedenleri vardır. Avrupa’da ve hatta Yunanistan’da olan bir çok demokratik hak ve özgürlükler Türkiye’de yoktur. Türkiye AB üyeliğini kazanmakla ne sosyalist demokrasi için savaş daha da geriye gidecek, ne de girmemekle Türkiye’de demokrasisi kendiliğinden gelişecek. Türkiye’nin AB’ye girmesiyle ne sınıf savaşı körleşecek, ne sınıflar arası çelişkiler ortadan kalkacak, ne de girmemekle şınıf savaşları ve çelişkiler daha çok kızışacaktır. Her durumda (girse de, girmese de) söz konusu olan Türkiye’deki reel olanakların gerçeğe dönüştürülmesidir, demokrasi savaşının yığınlar için bir okul haline getirilmesidir. Bu olgular Yunanistanda ve Türkiye’de bir birinden farklı evrelerdedir. Türkiye’de SIP, AB’ye ve ABD’ye karşı olma sloganlarıyla demokrasi ve sosyalizm için savaşın birlikteliğini çarpıtıyor, milliyetcilik yapıyor, devrim, sosyalizm, komünizm gibi sloganlarların tozu dumanı arasında demokrasi savaşını es geçiyor. Onlar bunu yaparken de TKP’nin adı altında gizleniyor.

Yunanistan’da demokratik olanak ve kazanımlar Türkiye’den daha geniştir. Yunanistan Komünist Partisi, bu olanakları değerlendirerek, işçi ve emekçiler arasında örgütlülüğünü daha da güçlendirmek için AB’den çıkma mücadelesni veriyor. Biz sizin bu mücadelenizi selamlıyoruz ve tüm Yunanlı komünistlere kapitalizme ve emperyalizme ve AB’ye karşı savaşlarında üstün başarılar diliyoruz.

Yoldaşca selamlar

Siko Durmaz – Nejat Yelkenci