TKP 105 Yaşında: Yaşıyor, Savaşıyor!
Partimizin 105. yılını yurt içinde ve dışında yapılan toplantılarla kutladık. Toplantılarda, tarihimizden çıkarılacak dersleri, günümüz mücadelesinde önümüze koyduğumuz hedefleri tartıştık. Aşağıda yaptığımız konuşmayı veriyoruz.
Değerli Yoldaşlar,
TKP’miz 105 yaşında, yaşıyor ve savaşıyor. Diyeceksiniz ki, nerede? Nerede bir komünist varsa, orada. Bu dönemde komünist olmak kolay değil. Komünist olmak TKP’li olmaktır. TKP’li olmak, Suphilerin, Nejatların kurduğu, Nazımların, Reşat Fuatların, Yakup Demirlerin, Bilenlerin yaşattıkları, Şikoların, Yelkencilerin ayağa kaldırmaya çalıştıkları TKP`ye, Marksçı-Leninci ilkelere, Sovyetlerin, dünya sosyalist ve komünist hareketinin deneylerine bağlı, Türkiye’de barış, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini yükselten komünistler olabilmek, TKP’li olabilmek demektir. Bunun bir yerine tutunmak, bağlanmak ne komünistlikle ne TKP’lilikle bağdaşır. Marksizm-Leninizm, Sovyet ve reel sosyalizm, dünya sosyalist ve komünist hareketi deneyi, dünyada, Türkiye’de ve diğer ülkelerdeki kapitalist emperyalist düzene karşı barış, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle bir bütündür. Bu deney ve mücadelenin ilk aşaması barış, özgürlük ve demokrasidir. Sosyalizme giden yol bu deney ve mücadeleden geçer. Bunları birbirinden koparmak, birbirinin karşısına koymak antimarksistlik, antileninistliktir, TKP’lilikle taban tabana zıttır. Bu yolda dünya sosyalist ve komünist hareketi, partimiz sayısız kurbanlar ve şehitler verdi. Sınıf mücadelesi çetin bir mücadeledir.
Barış, özgürlük, demokrasi, sosyalizm yolundaki şehitlerimiz mücadelelerde yaşıyorlar
Her ülkede kapitalizme ve emperyalizme, gericiliğe karşı sınıf mücadelesi, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, isimli ve isimsiz bu uğurda yaşamını yitiren binlerce yoldaşın mücadelesi üstünde yükselmiş ve yükselmektedir. Burjuvazi için sınıf mücadelesini zayıflatmak ve boğmak, komünistleri sürmek ve yok etmekten, komünist partisini likide etmekten geçer, Marks ve Engels yaşamlarını sürgünde bitirdiler. Burjuvazi Fransa’da Jean Jaures’i, Almanya’da Lüksembug ve Liebknecht’i, İtalya’da Gramsci’yi yükselen işçi sınıfı hareketini boğmak için öldürdüler. Ülkemizde doğmakta olan yeni Türk burjuvazisi emperyalistlerle iş birliği içinde partimiz TKP’nin kurucusu Suphi ve yoldaşlarını, 15’leri Karadeniz’de katletti. Onların amacı Türkiye’de komünizmi yeşertmemekti. Bu ise sınıf mücadelesinin doğasına aykırıydı. Nerede kapital ve proletarya varsa orada sınıf mücadelesi vardır. İşçi sınıfı mücadelesini yönetecek komünist partisi vardır. İsçi sınıfı ve komünistler sınıfın öz örgütü komünist partisini yaratır ve yaşatır. Türkiye’de de bu böyle gelişmiştir. Başta Suphiler olmak üzere sınıf mücadelesinde, Deniz, Çayan, Kaypakkaya olmak üzere gençliğin antiemperyalist devrimci mücadelesinde, Kürt hareketinde, partimizi yeniden ayağa kaldırırken kaybettiğimiz Şiko yoldaşı, Mehmet Güneş, Vural Atis, Mustafa Şahin ve son olarak kaybettiğimiz Hasan Uzun yoldaşı burada bir kez daha saygıyla anıyoruz. Onların mücadelesi sınıf, özgürlük, barış, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yaşamaktadır.
Sovyet iktidarı ve Türkiye’nin doğuşu, Suphilerin katli, emperyalizm yanlılığı
Yoldaşlar,
Partimiz Türkiye Komünist Partisi TKP 10 Eylül 1920’de Baku’da Mustafa Suphi öncülüğünde Sovyetler’den, Anadolu’dan ve İstanbul’dan gelen delegelerin katılımıyla yapılan kongrede kuruldu. Kongre’ye Komintern delegeleri de katıldı ve parti Komintern’in bir seksiyonu, şubesi olarak mücadeleye başladı. Partimiz Büyük Ekim Devrimi’nin doğrudan etkisi altında, ulusal kurtuluş savaşının ateşleri içinde doğmuş ve gelişmiştir. Kongrenin Baku’da toplanmasının nedeni Mustafa Kemal’in Ankara’da toplanmasına izin vermemesindendi. Mustafa Kemal Anadolu’da Sovyetlerin ve Suphi’nin artan etkisinden, Meclis’te oluşan Halk Zümresindeki Tokat Mebusu Nazım Bey gibi komünistlerin etkinliğinden rahatsızdı. O, emperyalistler yüz vermediği için yalnız Sovyetlerden yardım almayı düşünüyor, bunun için Sovyet yanlısı oluyor, ama her fırsatta emperyalistlerle iş birliği yolu arıyordu. Sovyetlerden yardım almak ve komünistleri kontrol için kendisi bir de TKP kurdu. Ama tutmadı. Kızıl Ordu’nun Beyaz Ordu’yu yenip Kafkaslara dayanmasıyla emperyalistler için Mustafa Kemal, Anadolu birden önem kazandı. Artık dünyada, Moskova’da bir Sovyet iktidarı, proletarya diktatörlüğü, bir sosyalist devlet vardı. Şimdi temel sorun bu işçi sınıfı devletine karşı birleşmekti. Emperyalistler için Anadolu’da Sevr değil, Sovyetlere karşı tampon bir devlet gerekiyordu. Bunun için Anadolu’da Sovyet etkisine, komünist partisine gerek yoktu. Likide edilmeliydi. Öyle de oldu.
Emperyalizmle anlaşma: Suphilerin katli, partinin yasaklama planı
Emperyalistler yeni doğan koşullarda Sevr’i görüşmek için İstanbul ve Ankara hükümetlerini Londra’da bir konferansa çağırdılar. Bu konferansa giderken Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşına katılmak için Türkiye’ye gelen Suphileri, 15’leri Karadeniz’de katlettirdi. Londra’ya verdiği mesaj çok açıktı. Anadolu’da Sovyetlerin ve komünistlerin etkisi artık yoktur. Ama Yunanlılarla savaşmak için Mustafa Kemal yeniden Sovyetlerin yardımına ihtiyaç duydu. Sovyetler de Türkiye ile iyi komşuluk ilişkilerini kaybetmemek için Mustafa Kemal’e ihtiyaç duyduğu yardımı gönderdiler. Mustafa Kemal de 1921 Ocak’ında Suphileri katlettirirken tutuklattığı başta Tokat Mebusu Nazım Bey olmak üzere Halk İştirakiyum Fırkası üyelerini serbest bıraktı. (1921 Ocak’ında Çerkez Ethem’in ve Yeşil Ordunun dağıtılması da bu planın bir parçası idi.) Serbest bırakılan üyeleri de Salih Hacıoğlu önderliğinde Partinin İkinci Kongresini toplamak üzere harekete geçtiler. Kongreye önce izin verildi, ama sonra yasaklandı. Buna rağmen kongre gizlice Komintern delegelerinin de katılımıyla 15 Ağustos 1922’de toplandı. Toplantılarını geceleri yaptı, yönetimini seçti, programını saptadı. Hem Kurtuluş savaşına destek verdi hem de yeni hükümetin işçi ve köylü karşıtı, emperyalist yanlısı tutumunu ortaya koydu. Ulusal Kurtuluş Savaşı Mustafa Suphilerin katline kadar antiemperyalistti, Sovyetlerle birlikten yanaydı. Ama bundan sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı yöneticileri antiemperyalist olmayı terkettiler, emperyalistlerle birlikte davranmaya başladılar. Ama savaşan halk yığınları Sovyet yardımlarını ve emperyalizme karşı savaştıklarını asla unutmadılar. Halk yığınlarındaki bu antiemperyalistlik 60’lı, 70’li yıllarda Deniz Gezmişlerin mücadelesinde, TİP’in ve TKP’nin Sovyet yardımlarıyla planlı kalkınma modellerinde ve mücadelelerinde bir kez daha açıkça ortaya çıkmıştır.
3. Kongre ve Şefik Hüsnü dönemi, partide ilk kırılma
TKP’nin bu legal çalışması uzun sürmedi. Ekim 1922’de, Lozan görüşmeleri için gönderilecek heyetin vereceği en önemli mesajın, Türkiye’nin Sovyet ve komünizm etkisi altında olmadığı yönünde olabilmesi için parti hemen kapatıldı, yasaklandı. Üyelerine karşı bir sürek avı başladı. Yakalanan üyeler ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Kasım 1922’deki Komintern IV. Kongresine gidenler ve İstanbul’a geçebilenler tutuklanmadan kurtuldular. O zaman İstanbul henüz Ankara hükümetine devredilmemişti. Partiye getirilen bu yasak bugüne kadar sürmektedir. Ama komünistler yasak dinlemez. Partiyi yaşatması lazım. Ankara ve İstanbul’dan Komintern IV. Kongresine gelen delegeler birlikte partiyi yeniden ayağa kaldırmak için İstanbul’a döndüler. İstanbul’da örgüte hâkim olan Şefik Hüsnü idi. Şefik Hüsnü yönetiminde teorik olarak önce Kurtuluş, sonra Aydınlık dergisi yayınlandı, işçiler için Orak-Çekiç gazetesi çıkarıldı. 1925 senesinde Akaretler’de toplanan partinin 3. Kongresinde Şefik Hüsnü partinin genel sekreteri seçildi. Bundan sonra partide uzun bir süre için Şefik Hüsnü dönemi başladı. Bu dönem Sovyetlerin devlet olarak Türkiye ile olan ilişkisiyle Partinin Türk devletine karşı mücadelesi arasında tam bir denge kurulamadı. Burada Şefik Hüsnü’nün kendi tutumu dışında kadro seçme politikasının da büyük etkisi oldu. O hep Kemalist veya Kemalizimden etkilenen kadrolarla çalışmayı yeğledi. Bu tutum partinin ideolojik, politik ve çalışma anlayışına taban tabana zıttı. Bu nedenle partinin 3. Kongresi tarihimizde bir kırılmayı teşkil eder. Mustafa Suphilerin Marksçı-Leninci politikaları yerine fiilen Kemalistlerle uzlaşmaya varan bir politika uygulandı. Bunun sonuçları partide çok ağır oldu.
Partideki Kemalist kadrolar
Şefik Hüsnü’nün beraber çalıştığı Kemalist kadroların başında Nedim Tör, Şevket Süreyya, Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi Kemalistler vardı. Şefik Hüsnü 1925’de yurt dışına çıkarken yerine Nedim Tör’ü koydu. 1926 Viyana Konferansında Nedim Tör eleştirilmesine rağmen Şefik Hüsnü Türkiye’deki parti çalışmaların sorumluluğunu yine Nedim Tör ve Şevket Süreyya’ya verdi. Bunların Kemalistlikleri ayyuka çıkınca ve Komintern tarafından eleştirilince Şefik Hüsnü 1927’de İstanbul’a geldi. Nedim Tör ve Şevket Süreyya’yı görevden aldı. Nedim Tör partinin bütün evraklarını polise teslim etti ve Şefik Hüsnü’yü ele verdi. Şefik Hüsnü 1,5 yıl yattıktan sonra yine Moskova’ya döndü. Parti çalışmalarına görevlendirdiği yeni sorumlu Hasan Ali Ediz’de yine polise teslim oldu. Devlette büyük görevler üslendi. Nedim Tör ve Şevket Süreyya da Kemalizmin ideeolojisini yapan Kadro dergisini çıkardılar, devlette önemli görevlere getirildiler.
Partideki dağınıklığa karşı Nazım Hikmetin Pavli adası girişimi ve 4. Kongre
Bu dönem Partide karışıklık ve arka arkaya tutuklanmaların yaşandığı bir dönemdi. Başta Nazım Hikmet ve Bilen, Şefik Hüsnü’nün partide Kemalist eğilimleri destekleyen tutumuna karşı çıkıyor, eleştiriyorlardı. Nazım Hikmet Partideki bu duruma son vermek ve Partiyi Marksist-Leninist çizgiye oturtmak için Pavli adasında bir kongre topladı. Ama Komintern bu girişimi onaylamadı. Partideki dağınıklığı, iki başlılığı gidermek için 1932’de Haliç-Defterdar’da partinin 4. Kongresi toplandı. Bir birlik sağlandı, yeni bir MK seçildi. Çalışmalara hız verildi. Ama polis Partinin peşini bırakmıyordu. Arka arkaya tutuklamalar geliyordu. 1938‘de Nazım Hikmet tutuklandı. 141 ve 142. maddeler Türk Ceza Kanunu’na sokuldu. Artık komünistlere ağır cezalar veriliyordu.
Komintern VII. Kongresi: Halk Cephesi ve Desentralizasyon politikası
Bu dönem dünya ölçüsünde Hitler faşizminin yükseldiği, yeni bir dünya savaşına hazırlanıldığı dönemdi. Faşizme karşı nasıl savaşılacağını görüşmek için, 1935’de bu yıl 90. yıl dönümünün anıldığı Komintern VII. Kongresi toplandı. Kongrede Dimitrof iktidardaki faşizmi sınıfsal olarak finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olarak tanımladı. Faşizmin esas hedefi Sovyetlerdeki işçi iktidarını yok etmekti. Bu yeni bir durumdu. Faşizmi durdurmak ve yenmek; sosyal demokratlar, liberal ve demokrat burjuva kesimleri dahil en geniş halk cephesinin kurulmasıyla mümkündü. Bu tüm komünist partilerinin yeni taktik ve stratejisi, yeni politik programı oldu. Faşizm koşullarında komünist partileri çalışma biçimlerini de değiştirmeliydi. Yeni yöntem desentral çalışmaydı. Parti birimleri merkeze pamuk ipliği ile bağlı kendi başına otonom olarak çalışacaktı. Maalesef bizde “separat” diye çevrilen bu çalışma biçimi anlaşılmadı, bu partinin likidasyonu olarak anlaşıldı, bir türlü benimsenmedi. Sonuç olarak tutuklamalar da devam etti. Bunun üzerine Komintern partiye desentralizasyona uyulması için yeni bir yönerge yolladı.
Kominern VII. Kongre kararları özellikle de bizim partimiz ve çalışmaları için bugün hâlâ günceldir. Halk cephesi politikası ve desentral çalışma biçimi özellikle bugün içinde bulunduğumuz koşullarda çok yakıcıdır. Sürecin başarıya ulaşması, rejimin değişmesi halk cephesi politikasıyla mümküdür. Parti çalışmalarında desentralizasyon hâlâ geçerlidir.
Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Zeki Baştımar Türkiye’ye döndüler
1946: Kısa legal çalışma dönemi
İkinci Dünya Savaşı koşullarında Moskova’daki Şefik Hüsnü, Reşar Fuat, Zeki Baştımar (Yakup Demir) gibi parti yöneticilerinin çoğu Türkiye’ye döndü. Partiyi örgütleme görevi Reşat Fuat’a verildi. Şefik Hüsnü Parti örgütleriyle ilgilenmeyecekti. Esas sorun faşizme karşı bir cephe oluşturmak ve Türkiye’de Sovyet dostluğunu güçlendirmekti. Bu dönemde Reşat Fuat’ın Türkiye’deki faşist gelişmeleri anlatan “Büyük Tehlike” ve Suat Derviş’in “Neden Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” broşürlerinin büyük etkisi olmuştur.
Savaş sonrasında tüm dünyada esen demokrasi rüzgârı Türkiye’ye de geldi. Bir an sendika kurma, parti kurma serbestleşti. Komünistler hemen harekete geçti. Esat Adil’in yönetiminde Türkiye Sosyalist Partisi TSP’yi oluşturdular. Bu parti İstanbul Örgütünden Hüsamettin Özdoğu ve diğer komünistler tarafından desteklendi. Bunun üzerine Şefik Hüsnü partinin elinden kaydığı kanısına kapılarak kendi yönetiminde partinin legal biçimi olarak Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi TSEKP’yi kurdu. Partinin tüm kadroları açığa çıktı. Bu bir likidasyondu. Nitekim bu legal dönem uzun sürmedi. 1946 Haziran’ında kurulan partiler “komünist kişilerce kurulup yönetildiği” ileri sürülerek 1946 Aralık’ında kapatıldı. Şefik Hüsnü dahil tüm üyeler tutuklandı, ağır cezalara çarptırıldı.
1951/52 Tefkivatı
Bu durumda Zeki Baştımar (Yakup Demir) hemen harekete geçti, partiyi toparlamak ve ayağa kaldırmak için Ankara’dan İstanbul’a geldi. Partiyi toparladı, yeniden çalışır hale getirdi. Ama bu ara dünyadaki politik atmosfer değişti. Hitler faşizmine karşı kurulan ABD, İngiltere, Sovyetlerden oluşan Anti-Hitler Koalisyonu sona erdi, Soğuk Savaş dönemi başladı, yeni bloklaşmalar ortaya çıktı. Şimdiye kadar Sovyetlerle Batı arasında bir tampon devlet konumunda olan ve her ikisiyle de iyi ilişkiler kuran Türkiye bu politikadan vazgeçti ve İnönü CHP’si Türkiye’yi Batı’nın, ABD’nin yanında konumlandırdı. Bu tutum 1950’de Menderes-Bayar’ın DP’sinin iktidara gelmesiyle daha da derinleşti. Kore’ye asker gönderme, NATO’ya ve diğer Batı kurum ve kuruluşlarına katılma bu batılılaşma politikasının ilk etaplarıydı. Tüm Batı’da antikomünizm, antisovyetizm, McCarthy’cilik büyük bir hızla yükseliyordu. Tüm Batı ülkelerinde komünist avına çıkılmıştı. Çünkü Batının reel sosyalizme karşı silahlanma ve savaş politikalarına en ardıcıl karşı çıkan komünist partileriydı. Onun için komünist partilerinin yok edilmesi, yok edilemiyorsa yasaklanması ve zayıflatılması gerekiyordu. ABD’ye yaranmak için Kore’ye asker gönderen DP’nin politikasına karşı çıkan yine komünistlerdi, Behice Boran yönetimindeki Barış Derneği idi. NATO’ya girmeye hazırlanan DP komünistlerden daha büyük protestolar gelmesinden korkuyordu ve bunu önlemek istiyordu. Bunun yolu TKP’ye büyük bir operasyon yapmak, darbe indirmekti. DP, Menderes-Bayar harekete geçtiler. Tarihe 1951/52 tevkifatı olarak geçen TKP’ye karşı büyük bir tutuklama başlattılar. 200’e yakın parti yöneticisini ve üyesini Sansaryan Hanının tabutluklarına attılar. 10-12 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu parti tarihinde en büyük tutuklamaydı ve partiye indirilen en büyük darbeydi.
60’lı yıllar: Partiyi ayağa kaldırma çabaları
Partinin, 1951/52 tevkifatında aldığı darbenin yenilgisi uzun sürdü. İçerde, partide bölünmeler oldu. Bu bölünmede Mihri Belli başı çekti. Dağınıklık sürerken 60’lı yılların başında yeni bir başlangıç için Zeki Baştımar yurt dışına çıktı. Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne geldi. Burada Bizim Radyo’nun olduğu Leipzig’e geçti. Yakup Demir Leipzig’te Bilen, Nazım, Aram yoldaşlarla birlikte TKP Dış Bürosunu oluşturdu. TKP Birinci Sekreteri olarak çalışmalara başladı. Yeni Çağ ve Yurdun Sesi dergileri çıkmaya başladı. Yurt dışındaki komünistlerle bir konferans düzenlendi. Sorun partinin nasıl ayağa kaldırılacağı, Türkiye ile nasıl bağlar kurulacağı idi.
60’lı yıllar Türkiye’de en canlı, hareketli yıllardı. Türkiye İşçi Partisi TİP kurulmuş, yönetimine TKP’li olarak bilinen Aybar, Boran, Aren gibi Marksist aydınların getirilmesiyle büyük bir sıçrama yapmış, 16 milletvekili ile Meclis’e girmiş, DİSK’in kuruluşuyla işçi sınıfıyla bağları bir üst aşamaya ulaşmış, üniversiteli gençlerle güçlü bağlar kurmuş, Türkiye’de tabandan gelen bir demokrasi ve sosyalizm rüzgârı esmeye başlamıştı. TİP’in Meslis’e girmesiyle parlamento içinde ve dışında burjuvaziye karşı ardıcıl br mücadeleye girişildi. Fabrikalar işçiye, topraklar köylüye belgileriyle işçiler tarafından fabrikalar, köylüler tarafından topraklar işgal edilmeye başlandı. Halk yığınları, isçi ve emekçiler, öğrenci ve aydınlar Marks ve Lenin’in eserleriyle tanışıyor, her tarafta devrimci eylemler yükseliyordu. Emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, Sovyetlerle dostluğun yeniden kurulması talepleri halk yığınlarında geniş yankılar buluyordu. TİP’in “Doğu” mitingleri Kürt sorununu gözler önüne seriyordu.
Mihri Belli ve Kıvılcımlı’nın MDD baltalaması
Bu sağlıklı gelişmeyi yine baltalayan Mihri Belli ve Kıvılcımlı oldu. Bunlar sosyalist devrimle demokratik devrim arasındaki diyalektik bağı kopardılar. Kendileri Kemalist Doğan Avcıoğlu ile birlikte asker, sivil, aydın öncülüğünde Milli Demokratik Devrim, MDD stratejisini savunmaya ve yaymaya başladılar. Denizlerin, Çayanların öncülüğündeki antiemperyalist devrimci demokratik ve sosyalist gençliği TİP’ten kopardılar, Kemalizmin kuyruğuna taktılar. Böylece bir ihanet daha işlediler. TİP yöneticileri de buna karşı işçi sınıfının nihai hedefi sosyalizmi savunmaya başladılar. İşçi ve antiemperyalist demokrasi hareketi büyük bir bölünme yaşadı. Partimiz TKP, Bizim Radyo burada MDD’ye karşı çıktı, ulusal demokratik devrimin işçi sınıfı öncülüğünde olması gerektiğini, bunun sosyalizme gidecek yol olduğunu gösterdi, TİP’i MDD’cilere karşı savundu ama sosyalist ve demokratik devrimlerin birbirinden koparılamayacağı yönünde de eleştirdi.
12 Mart askeri darbesinden çıkarılan doğru bir ders
Türkiye’de yükselen hem işçi, hem devrimci gençlik, hem Kürt özgürlük hareketini boğmak için yapılan 12 Mart 1971 askeri darbesi bu bölünmüşlükten yararlanarak işçi, gençlik ve Kürt hareketini kolayca bastırabildi. TİP yöneticileri tutuklandı, Denizler asıldı, Çayanlar Kızıldere’de, Sinan Cemgiller Nurhak dağlarında, Kaypakkayalar Dersim dağlarında katledildiler veya tutuklandılar, Kürt özgürlük hareketinin önde gelenleri ya tutuklandı ya yurt dışına çıktılar. Ama kimse 12 Mart askeri darbesinin faşizan saldırılarına boyun eğmedi. Bunlardan TİP’ten, Devrimci Gençlikten, Kürt Harektinden büyük bir kesim 12 Mart darbesinden doğru ders çıkararak Türkiye’de devrimci mücadelenin Sovyetler Birliği ve komünist hareketle birlikte yürütülmesi gerektiği anlayışına vardılar ve uluslararası işçi ve komünist hareketin bir parçası olan TKP ile ilişki kurmanın gerekliliği kararını verdiler. Ve partiyi aramaya başladılar. Partizancılardan, Kürt Hareketinden, Dev-Genç hareketine kadar bir çoğunun temsilcisi görüşmeye geldi.
Avrupa işçi göçü ve 1973 Atılımı
Bu sırada partiyi toparlamak, ayağa kaldırmak, Türkiye ile bağlar kurmak, yeni üye ve kadro kazanmak için Leipzig’de TKP yönetimi önünde büyük bir olanak doğdu: Batı Avrupa’ya, özellikle Batı Almanya’ya çalışmaya gelen işçi göçü ve okumaya gelen öğrenciler. Parti hemen bu olanaktan yararlanma kararı verdi. Batı Avrupa’daki işçi ve öğrenciler de hem kendi özgül sorunlarının çözümü, hem de yaban ellerde değil de kendi ülkelerinde çalışmsk için ne yapmalı sorununu tartışmaya, bunun için örgütlenmeye dernekler kurmaya başladılar. Bu tartışmalarda kurtuluşun ancak sosyalizmde, Sovyet deneyinde olduğu kanısı doğdu. Bunun sonucu Sovyetlerle, Doğu Almanya ve TKP ile ilişki aramak oldu. TKP yönetimiyle Avrupa’daki ilerici, toplumcu örgütlerin federasyonu Avrupa Türkiyeli Toplumcular Federasyonu ATTF yöneticilerinin buluşması uzun sürmedi. Bağlar kuruldu, Yakup Demir ve Bilen yoldaşla görüşmeler başladı. Demir Yoldaş Avrupa’daki toplumcu işçi ve öğrenci hareketinin daha da gelişmesini, parti birimlerinin daha sonra kurulmasını savunuyordu. Bilen Yoldaş ise işçi ve öğrencilerden oluşan bir hareket var, içinde gelişmiş kadrolar da var. Bu kadrolardan parti birimleri kurmaya başlayalım diyordu. Demir Yoldaşın hastalığı nedeniyle 1973 yılında parti birinci sekreterliği görevinden alınıp yerine Bilen Yoldaşın genel sekreter olması, Şiko ve Yelkenci Yoldaşların Polit Büroya koopte edilmeleriyle partinin 1973 atılımı başladı. Partinin yeni yayın organı olarak ATILIM gazetesi yayınlandı. Partinin yeni bir program ve tüzük hazırlığına geçildi. Koopte yoluyla Merkez Komitesi oluşturuldu. Hedef bir konferans ve daha sonra partinin 5. Kongresini toplamaktı.
70’li yıllar: TKP ile birlikte yükselen devrimci mücadele
Hemen Batı Avrupa’da parti birimleri kurmak için büyük bir atılıma geçildi. Batı Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İsveç’te parti komiteleri, fabrikalarda hücreler oluşturuldu. Bu çalışmalarda Alman Kommünist Partisi DKP, Fransız Komünist Partisi FKP ve Belçika Komünist Partisi’nin büyük enternasyonal dayanışmaları oldu. Örgütlenme onlarla birlikte yürütüldü. Artık Avrupa’da köprübaşı kurulmuştu. Şimdi bunu Türkiye’de de kurmak gerekiyordu. Avrupa’dan Türkiye’ye izine giden yoldaşlar çevrelerini taradılar, Sovyet yanlısı komünist olanların partiyle bağlarını kurdular. Avrupa’da yapılan kültür ve sanat festivalleri de burada önemli bir rol oynadı. Türkiye’de de bir köprü başı kuruldu. Ama Türkiye’deki gelişme Berlin’de çalışan ve Alman Sendikalar Birliği DGB’de sendika temsilcisi olan İbrahim Güzelce yoldaşın Kemal Türkler’in davetiyle Türkiye’ye dönmesi oldu. Güzelce Berlin’de Türk Toplumcular Ocağı TTO’daki çalışmalarında işçi hareketinin Marksist aydınlarla birleştiğinde ne kadar yükseldiğini ve güçlendiğini bir TKP’li olarak bilfiil yaşamış ve uygulamıştı. İstanbul’da DİSK Genel Sekreteri olunca aynı anlayışı DİSK’te de uyguladı. TKP kadrolarını DİSK’e uzman olarak aldı. Hem işçi hareketi ve DİSK, hem Parti birden yükselişe geçti. Sınıf ve kitle sendikacılığı, tabanın söz ve karar sahibi olma anlayışı hayata geçirildi. Dev 1 Mayıs gösterileri, MESS gevleri, işçi sınıfının yalnız kendi sendikal haklar için mücadelesi değil iktidara karşı demokratik hak ve özgürlükleri savunan politik mücadelesi de öne çıktı. Kadınlar, gençler, aydınlar ve öğretmenler, İKD, İGD, Birlik Dayanışma hareketi yolumuz işçi sınıfının yoludur diye mücadelelerini yükselttiler.
Parti yaşıyor ve savaşıyordu. Fabrikaları kalemiz yapmak için ilerliyordu. İşte bu gelişmeler ışığında 1977 senesinde “Konya Konferansı” Moskova’da toplandı. Program ve tüzük onaylandı. Yeni Merkez Komitesi belirlendi. Dünya barışını sağlamak, reel sosyalist ülkeleri, dünya komünüst ve işçi hareketini güçlendirmek için partinin yeni politikası sosyalizme açılan ileri demokrasi olarak saptandı. Nükleer bir savaşa karşı dünya barışı, ileri demokrasi ilkeleri toplumda büyük ses getirdi. Ülkede güçlü bir devrimci hareket güçlenmeye ve Sovyetler Birliği’nin barış mücadelesine destek artmaya başladı. Ama faşizan hareket de güçleniyordu, hükümete yaslanarak saldırıları artıyordu. Bu saldırılarda 5 binden fazla genç, öğrenci, öğretmen, işçi, aydın hayatını kaybetti.
12 Eylül faşizan askeri darbesi: Yükselen devrimci hareketi boğmak
Yükselen işçi ve devrimci hareket, sosyalizme ve Sovyetler Birliğine bir NATO ülkesi olan Türkiye’de duyulan yakınlık ne Türk devletinin ne de ABD’nin kabullenebileceği bir gelişme idi. Sonunda ABD ve NATO düğmeye bastı. Generaller harekete geçti. 12 Eylül 1980’de gerici faşizan darbelerini gerçekleştirdiler. Bu darbenin amacı hem yükselen devrimci hareketi bastırmak, hem de Türkiye’de yeniden köklü bir yapılandırmayı gerçekleştirmekti, Türkiye’yi politik, ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak Batı’nın tüm kurum ve kuruluşlarına bağımlı hale getirmekti. Generaller yaptırttıkları anayasa ile bunları kurumlaştırdı. Son 20 senede kazanılan hak ve özgürkükler ya kaldırıldı, ya kısıtlandı. Laik Kemalist ideolojinin yanına sünni, vahabi, islami anlayışlar eklendi. Akıl yerine nakil öne geçmeye başladı. Ekonomik olarak devletçilik kaldırılıp yerine emperyalizmin talanında neoliberal politikalar, 24 Ocak kararları egemen kılındı. Devlet sektörü özelleştirilmeye başlandı. Fakirleşme, yoksullaşma ve mafyalaşmayla birlikte hızlı bir sosyal çöküş başladı. Yerli ve milli diye Arap, İslam kültürü ile Batı kültürünün karışımı yeni bir yaşam biçimi ikame edilmeye çalışıldı. Erdoğan ile birlikte bu süreç daha da hızlandı. 12 Eylül Anayasası hâlâ bugün geçerlidir.
İsçi sınıfı, sol ve demokratik güçler, partimiz üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül
12 Eylül darbesi işçi sınıfının, devrimci hareketin üstünden silindir gibi geçti. TİP’ten, TSİP’ten, sendikalardan, devrimci gençlerden, Kürtlerden olanağı olan kendini yurtdışına attı. Ama binlerce genç, devrimci, sosyalist, komünist tutuklandı. Ağır hapis cezasına çarptırıldı, ölümcül işkencelerden geçirildi. İdam sehpaları kuruldu. Diyarbakır hapisanesindeki zulme rağmen yılmayan Kürtler PKK öncülüğünde direnişe geçtiler. Tüm sol güçler gibi 12 Eylül’de Partimiz de büyük bir darbe aldı. MK üyelerinin, parti kadrolarının bir kısmı yurtdışına çıkmayı başardılar. Ama büyük bir kısmi tutuklandı. Ağır işkencelerden geçirildi. Ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Partideki bu yenilginin sorumluluğu tek başına H. Erdal’a kesildi. Gelmekte olan darbeye karşı parti birimleri yedeklenmemiş, decentral-separat çalışmaya geçilememişti. H. Erdal örgüt işleri görevinden alındı, yerine Nabi Yağcı getirildi. Sonra Nabi genel sekreterliğe getirilerek patiyi toparlama görevini üslendi. Ama beklenen gelişme sağlanamadı.
Nabi Yağcı dönemi: Partide yeni bir kırılma
Nabi döneminde partinin toparlanamaması onun politik anlayışıyla da sıkı sıkıya bağlıydı. Onun politik anlayışının özünde küçük-büyük burjuvaziyle uzlaşma anlayışı yatıyordu. Çalışmalarında Türkiye’ye dönüş gibi sansasyon çıkışlara önem verdi. Nabi’nin genel sekreterliği Şefik Hüsnü’den sonra partide yeni bir kırılmaydı. Şefik Hüsnü Kemalistlerle uzlaşma arayarak Suphilerin anlayışından koptuysa, Nabi de burjuva çevreleriyle uzlaşarak 73 Atılımı’ndan koptu. Bu kopuş onun sol birlik politikasında tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. 1983’teki 5. Kongre bu kırılmanın saptanmasıydı. Bilen Yoldaşın onursal başkanlığı sembolikti.
Nabi’nin ilk politik yaklaşımı partinin cuntayı faşist olarak nitelemesiydi. Parti ise cuntayı Bonapartist olarak niteliyordu. Ama cunta barbarca uygulamaları, işkence ve idamları, yığınsal tutaklamaları ile faşist nitelenmesini, sınıfsal olmasa da, hak etmişti. Faşizm sosyalist devrim öncesi kapitalizmin en son aşaması tekelci devlet kapitalizminin ülkedeki devrimci durumu bastırma yöntemidir. Nabi 12 Eylül darbesinin faşist olarak nitelenmesiyle cuntaya faşist diyen devrimci gençlerle daha kolay ittifak kurulabileceğini ileri sürüyordu. Parti ise cuntaya karşı eylemlerde herkes kendi görüşleriyle gelmesini, katılmasını savunuyor, önemli olan cuntaya karşı birlikte olmaktır diyordu. Nabi’nin bu uzlaşmacı anlayışı daha sonra sol birlik politikasında Dev-Yol’la ÖDP’de birleşilerek daha belirginleşti.
Partiyi likidasyona götüren sol birlik politikası
Avrupa’ya çıkan tüm parti ve grupların temsilcilerinin tutumu, cuntaya karşı ortak nasıl çıkışlar, eylemler yapılabilir yönündeydi. Parti bunların hepsine cuntaya karşı eylem birliği önerisi ile gitti. Hiçbir dışlama olmadan herkes kendi pankart ve görüşleriyle eylemlere katılacak, Avrupa’da cuntaya karşı güçlü bir birlik sergilenecekti. O zaman Avrupalıların da desteğini almak kolay olacaktı. Ne var ki, bu görüşe iki parti temsicisi karşı çıktılar. TİP’ten Behice Boran ve Nihat Sargın, TSİP’ten Ahmet Kaçmaz ve Gültekin Gazioğlu. Onlar kendilerinin ve partilerinin Marsist-Leninist, komünist olduğunu, ilk adımın eylem birliği değil, TKP ile birleşmek olduğunu açıkladılar. Kendilerine bunun doğru olmadığı anlatıldı. Kişisel olarak Marksist-Leninist olabilirler, TKP’ye başvurabilirler, TKP’ye üye de olabilirlerdi. Boran ve Sargın geçmişte zaten partiliydiler. Gelip MK’da yerlerini alabilirlerdi. Ama ne TİP ne TSİP Marksist-Leninist parti değillerdi. Onların küçük burjuva liberal kesimlere kadar uzanan temsil ettikeri geniş bir tabanları vardı. Önemli olan onların bu tabanlarını kaybetmemesi, onlarla bağlarını muhafaza etmesi gerekirdi. TKP ile birleşip illegal bir Marksist-Leninist parti olduklarında yılların birikimi olan bu taban kaybolacaktı, yazıktır dendi ama onlar fikirlerinden vazgeçmediler, birleşmeyi dayattılar. Parti içinde, PB’da birleşme konusunda iki görüş oluştu. Biri TİP ve TSİP’le birleşilmemeli, bu onların legalitesinin sonu olur diyenlerdi. Bu görüşü Bilen, Şiko ve Yelkenci savunuyordu. Diğer görüş birleşilmeli diyenlerdi. Bunlar Nabi, Veysi ve diğerleriydi. Sovyetler Birliği de birleşmeden yana tavır koydu. Onlar Türkiye’de oluşacak güçlü bir komünist hareketin Türkiye’de ve dünyadaki barış mücadelesine daha büyük bir katkısı olacağından hareket ediyorlardı. Tabanını kaybeden bir TİP’in ve TSİP’in ne komünist ne de barış hareketine bir katkısının olmayacağını, bu birliğn her iki parti için de bir likidasyon anlamına geleceğini dikkate almıyorlardı. Sovyetlerin dayatmasıyla Bilen Yoldaşın da birleşilsin demesinden sonra, başka bir seçenek mümkün olmayacağından hep birlikte birleşme kararı alındı.
Türkiye’ye dönüş ve tabanda benimsenmeyen birleşme: TBKP
Bu karar alındıktan sonra şimdiye kadar bu partilerle görüşmeleri götüren Şiko yoldaş bu görevden alındı, Veysi ve Nabi görüşmeleri üslendiler. Birleşme yalnız TİP ve TSİP’le değil, diğer sol güçlerle de olacak, bir sol birlik yaratılacaktı. Önce TİP’le birleşildi. Türkiye Birleşik Komünist Partisi TBKP oluşturuldu. Behice Boran’ın ölümü ile ilgili Meclis’te yapılan törenle Türkiye’de politik havanın biraz yumuşadığından hareketle Nabi ve Sargın TBKP sürecini beklemeden ve yapılan itirazları dinlemeden Türkiye’ye dönme kararı aldılar. Döndüklerinde hemen tutuklandılar. Artık sorun onların kurtarılması için mücadeleye başlamaktı. Nabi ve Sargın’ın dönüşü maceracılıktan da öte bir kaçıştı. Zira ne TKP ne TİP tabanında bu birlik benimsendi. Hatta karşı çıkanlar, gruplaşmalar oldu. Birlik yönetilemedi. Tabanda büyük dağınıklıklar yaşandı. Parti birimleri resmen dağıtıldı ama birleşmediler. Yaşanan her iki parti için tam bir likidasyondu.
Reel sosyalizmin dağılması, “legalleşme”, ÖDP ile tamamlanan likidasyon
Ülkede bu gelişmeler yaşanırken Gorbaçov yönetiminde uygulanan, özü burjuvaziyle uzlaşma olan “Glasnost ve Perestroyka” politikaları sonucu Sovyetler Birliği yıkıldı ve reel sosyalizm dağıldı. Yıkılan komünizmin kalesiydi. Artık kapitalist sistem için komünizm bir tehlike değildi. Türkiye’de komünistlerin mahkûm edildiği TCK’nın 141 ve 142. Maddeleri kaldırıldı. Böylece aralarında Nabi ve Sargın’ın da olduğu komünistler serbest bırakılmaya, yurtdışındakiler ülkeye dönmeye başladılar. Nabi ve Sargın hemen 14 Haziran 1990’da kuruluş dilekçesini vererek TBKP’yi yasallaştırdılar, legalleştirdiler. “Herkesin” katıldığı legal bir kongre yaptılar. Ama burda durmadılar. TSİP’le birleşerek Sosyalist Birlik Partisi SBP’yi kurdular. Burada da durmadılar. Kurtuluş, EMEK ve diğer özgürlükçü sosyalizmi savunan gruplarla birleşerek Birleşik Sosyalist Partisi BSP oluşturdular. Bununla da yetinmediler. Kemalist DEV-YOL’la da birleşerek Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP’yi kurdular. ÖDP likidasyondan da öteye ideolojik bir ihanetti. Nasıl su ile barut veya ateş ile barut bir araya gelemezse Marksizm-Leninizm ile Kemalizm de bir araya gelemez. Kemalistlerle ancak somut eylem birlikleri yapılır. Ama Nabi ve şürekası Kemalistlerle bu birliği de başardı. Kadrolar burjuva saflarına savruldu. Tüm bu likidasyon sürecinde partililerin çoğu da savruldu, yönlerini şaşırdılar, kimileri yozlaştı, kimileri çürüdü, kimileri de köşesine çekildi. Dev-Yol ÖDP’yi kendini toparlamak için kullandı. Toparlandıktan sonrada diğer sol güçleri dışladı. Herkes geldiği yöne dönmeye başladı. TKP’lilerin ise gidecek bir yerleri kalmamıştı.
Gümüldür “hukuku”: Yeni bir likidayon ve SİP-TKP’nin doğuşu
Haziran 1996’da Gümüldür’de kendisine Marksist, sosyalist, komünist diyen herkesin katıldığı bir “toparlanma” toplantısı yapıldı. “Herkesin” katıldığı toplantıdan bir sonuç alınamayacağı doğaldı. Çünkü böyle toplantılar hep yeni likidasyonlar doğurur. Toplantı bir toparlanma getiremedi, ama içinde Kaplanların ve Rasim Öz’ün bulunduğu TKP’liler “Gümüldür Hukuku” diyerek Ürün dergisini çıkarmaya başladılar. Kaplanların bir kast gibi davranması üzerine Rasim bu gruptan ayrılarak Savaş Yolu dergisini çıkartmaya başladı. Bu dağınıklıktan yararlanan SİP’liler ortalığı boş bulup, devletin de icazetiyle 11 Kasım 2001’de yangından mal kaçırır gibi bir gecede kendi isimlerini TKP olarak değiştirdiler. AİHM’nin1998 kararına rağmen TBKP kapatılırken, yasaklanırken geçmişte TKP ile hiçbir ilişkisi olmayan hatta düşmanca davranmış bir grubun TKP olarak çalışmasına müsaade edilmesi bir devlet projesiydi. Benzerini Mustafa Kemal 1920’de yapmıştı. Yapılan yeni değildi ama hedef aynı idi; TKP’nin önünü kesmek. Devlet SİP-TKP ile Suphilerin kurduğu, Nazımların, Bilenlerin yaşattığı TKP’nin devrimci geleneğini, Marksçı-Leninci ilkelerini çarpıtmak, unutturmak, bu şanlı geleneği Kemalizmin kuyruğuna takmak, genç nesillerde yanlış bir komünizm ve TKP bilinci yaratmak için devreye sokmuştur. Nabi ve Şürekası, TÜSTAV ve çevresi bu gelişmeyi çok normal karşılayarak teslimiyetin, ilkesizliğin ve çürümüşlüğün yeni bir örneğini sergilemişlerdir.
Şiko ve Yelkenci yoldaşlar TKP’yi yaşatmak için harekete geçiyorlar
1983’de partinin 5. Kongresine giderken alınan sol birlik kararına bağlı olarak gelişmeleri izleyen Şiko ve Yelkenci yoldaşlar SİP-TKP’nin bir devlet politikası olarak TKP’yi yok etmek amacıyla ortaya çıkmasıyla harekete geçtiler. TKP adına hareket eden Ürün ve Savaş Yolu çevresiyle ilişki kurdular. Ama bunların parti ve komünistlik anlayışı Marksçı-Leninci ilkelere tamamen zıttı. Legalle illegali, parti ile cepheyi tamamen birbirine karıştırıyorlardı. Ürüncüler Kaplan çevresinde bir kast gibi hareket ederken, Savaş Yolcular ise Rasim Öz çevresinde kendisine komünist diyen herkesi topluyordu. Bunlar bu tutumlarını değiştrmek istemediler. Şiko ve Yelkenci yoldaşlar bunlarla yol alınamayacağını gördüler ve ayrıldılar. Bu tartışmalar sırasında tanıştıkları Marksçı-Leninci ilkeleri savunan bazı yoldaşlarla TKP ilkeleri temelinde yeni bir birim yarattılar. Çalışmaya ve eski partilileri taramaya başladılar. Ama parti kadroları likidasyon sürecinde öylesine savrulmuşlardı ki, bunlarla bir başlangıç yapmak çok zordu. Buna rağmen onlar büyük bir umutla eski kadroları taramaya, yenilerini bulmaya ve kazanmaya koyuldular. Bu ara Atılım’ı çıkaran grupla tanıştılar. Ama onlar da var olanlarla hemen bir konferans yapıp kendilerini MK üyesi yapmaya kalktılar. Böyle konferans yapılmaz ikazlarına ise aldırış etmediler. Onlarla da yol alınamayacağı ortaya çıktı. Bilen yoldaşın tabiriyle “iğneyle kuyu kazarak” bugünlere geldik. Önümüzde daha uzun ve çetin bir yol var. Şimdi bu yolu birlikte nasıl katedeceğimizi konuşmamız gerekiyor. Burada iki konuya dikkat etmemiz gerekecek. Bir dünya işçi ve komünist hareketiyle ilgili teori ve pratik sorunlar, ikincisi de partinin programatik, stratejik ve taktiksel ilkeleri, demokratik devrimle sosyalist devrimin diyalektik birliği, parti ve ittifak ayrılığı ve legal çalışma olanakları, Türkiye’deki gelişmelerin, özellikle Kürtlerle sürecin doğru değerlendirilmesi gibi konulardır. Ortak çalışmak ve partimizi ayağa kaldırmak için bu konularda kafalarımızın açık olması gerekmektedir.
Sovyetler Birliği:
Tüm sınıfsal, ulusal, sosyal, barış ve ekoljik hareketlerin çekim merkezi
Yoldaşlar,
Sovyetler Birliğinin, reel sosyalizmin yıkılması, dağılmasıyla dünya işçi ve komünist hareketi, onun bir parçası olan bizim partimiz TKP ağır bir yenilgi yaşadı. Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm tüm sınıfsal, ulusal, sosyal hareketlerin ve barış ve ekoloji aktivistlerinin bir çekim merkeziydi. Bu doğaldı. Çünkü sosyalizm insanlığın her türlü sömürüden, baskıdan, zulümden kurtuluşu olan, sınıfsız, hiyerarşisiz, hakimiyetsiz refah ve özgürlük toplumudur. Sovyet deneyi gösterdi ki, yalnız işçi sınıfının değil, halkların kapitalist ve emperyalist sömürüden ve bağımlılıktan, kadınların çifte sömürüden, erkek egemenliğinden kurtuluşları, doğanın yağma ve talanının, tahribatının son bulması, işçi sınıfı öncülüğünde tüm bu güçlerin ortak mücadelesiyle kapitalin egemenliğine son verip sosyalizme doğru yol almalarıyla mümkündür.
Sovyetlerin yenilgisi, deneyleri ve sonuçları
Tüm eksik ve hatalerina rağmen Sovyetler birliği ve reel sosyalist ülkeler tüm bu alanlarda ciddi adımlar attılar. İlk deneyleri yarattılar. Sömürünün, özel mülkiyetin, sınıfların, zulmün kaldırılmasıyla emekçiler, halklar ve uluslar, kadınlar özgürlüklerini yaşamaya başladılar. Ama insanın değişmesi, eski ilişki ve alışkanlıkları üstünden atması, yeni ilişkileri benimsemesi, özümsemesi ve yaşaması uzun bir süreci gerektirmektedir. Sosyalizmde zorla kimseye bir şey dayatılamaz. Ajitasyon-propaganda yoluyla ise sosyal bir gelişme istendiği gibi hızlandırılamaz. Sovyetler Birliği’nde Çarlık döneminde geri kalmış halklar baskıdan kurtulunca özgür gelişme olanağı buldular. Uluslaştılar. Sovyet toplumunu, sosyalizmi benimsediler. Rusya Federasyonu’nun zor koşullarda kendilerinin gelişmesi için yaptıkları yardıma büyük değer biçtiler. Rusya Federasyonu’nu bir ağabey gibi gördüler. Oysa bu yardımlar bir sosyalist dayananışmaydı, doğaldı. Oluşması gereken ağabeylik anlayışı değil eşitlik temelinde oluşan yeni Sovyet iktidarı ve halkların dayanışması ve kaynaşmasıydı. Halkların dayanışması, kardeşliği, kaynaşması çok alt düzeyde kaldı. Halkların eski alışkanlık ve düşmanlıklarını kırmak, milliyetçi duyguları yok etmek asırları kapsayan bir süreç almaktadır.
Kadın konusunda da benzer gelişmeler yaşandı. Kadın özgürleşti, erkeğe bağımlılğı büyük ölçüde ortadan kalktı, ama aile mefhumu hâlâ gerek duyulan bir kurum olarak aşılamadı. Çünkü bunun ekonomik ve sosyal temellerinin daha oluşması ve gelişmesi gerekiyordu. İşsizlik kalkmış, gençler gelecek endişesi olmayan bir yaşama, halk en iyi sağlık ve diğer hizmetleri veren, sürekli demokratikleşen bir sisteme kavuşmuştu. Ama bilimsel teknik devrimin kazanımlarını ekonomiye aktarmak, üretkenliği artırmak, ekolojik sorunları çözmek kolay olmuyordu. Bunun için büyük kaynaklar gerekiyordu. Kaynaklar ise barışı korumak için askeri harcamalara gidiyordu. Barışı korumak, bir nükleer savaşı önlemek her şeyin üstündeydı. Bu insalığın varlık yokluk sorunuydu.
Sovyetler Birliği kapitalist ülkelerde sınıf ve demokrasi mücadelesine güç oldu
Yenilgisi bu güçleri atomize etti
Her şeye rağmen Sovyet iktidarı ve reel sosyalizm varlığı ve kazanımlarıyla kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ve emekçi halkın ekonomik ve sosyal durumunun gelişmesine, toplumun demokratikleşmesine, kadınların bazı haklar elde etmesine, özgürleşmesine, gençlerin antiemperyalist, antifaşist, demokratik konumlara gelmesinde, ekolojik sorunlara önem verilmesine, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da halkların ulusal bağımsızlıklarını elde etmesine büyük katkıları olmuştur. Denebilir ki, Sovyet iktidarı ve reel sosyalizm sayesinde dünya ve insanlar bir nevi bir “altın çağı” yaşamıştır. Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm onlar için “yıkılmaz” bir kale, bir güç kaynağı idi.
Bu dönemde işçi sınıfının kurtuluşu tüm insanlığın kurtuluşu olan Marksist-Leninist anlayış tüm sınıf ve katmanlarda, ulusal kurtuluş hareketlerinde, kadın ve gençlik hareketinde, ekolojik harekette, barış hareketinde egemen olan anlayıştı. Tüm bu akım ve hereketler kapitalist toplumda uğradıkları sömürü ve baskıdan, talan ve yağmadan, vurgun ve tahribattan kurtuluşu işçi sınıfının kapitale ve burjuva iktidarına karşı verdiği mücadelenin başarısına, sosyalist sistemle emperyalist sistem arasında giden sistem savaşının sosyalizm lehine sonuçlanmasına bağlı olduğunu görüyor, işçi sınıfının ve sosyalist sistemin etrafında “zımnen” de olsa birleşiyorlardı. Sistem savaşını maalesef kapitalist, emperyalist güçler kazandı. Reel sosyalizm çöktü, Sovyetler Birliği dağıldı, Dünya işçi ve komünist hareketi büyük bir yenilgi aldı. İşçi sınıfı, emekçi ve köylü yığınları, ulusal kurtuluş hareketleri, kadın ve gençlik hareketi, ekoloji hareketleri, barış hareketi arkasındaki dev dayanak, maddi ve manevi destek gitti. Tüm bu sınıf ve hareketler atomize oldu, tekleşti. Herkes kendi alanında örgütlenmeye, kurtuluşu kendi yaşadığı sömürüye, baskıya, doğa tahribatına, silahanmaya karşı mücadelede görmeye başladı. Bu ise çıkmaz sokaktı. İşçi sınıfıyla birlik olmadan ve onunla birlikte kapitale ve emperyalizme, burjuva iktidarına karşı mücadele etmeden kurtuluş yoktu. Emperyalist güçler ise bu hareketlerin işçi sınıfıyla böyle bir birliğinin yeniden doğmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Zira bu birlik zafere giden yoldu.
Sistem savaşını kazanan kapital eline geçirdiği tarhi fırsatı değerlendiriyor
Sahaya tüm apolegetleri sürüyor, kimlik savaşları tekleşiyor
Sistem savaşını kazanan emperyalist güçler ellerine tarihi bir fırsat geçirmişlerdi. İşçi sınıfının iktidarı, sosyalizm, Sovyet (şuralar) iktidarı gibi kavramlar yalnız tarih sayfalarından değil, insanlığın hafızasından da tamamen silinmeliydi. Onlara göre 1917 Sosyalist Ekim Devrimi tarihsel bir kaza idi. 1945 Sovyet iktidarını Anti-Hitler Koalisyonu ile birlikte Hitler faşizmini yenip Berlin’i alması, sosyalist sistemin oluşması, tarihin olmaması gereken ikinci bir kazasıydı. Üçüncü bir “kaza” dünya sosyalizminin yolunu açacaktı. Onlar sistem savaşını kazanarak bu “kazayı” önlediler. Ama kapitalizm ve proletarya olduğu sürece yeni “kazaların” yolda olduğunu biliyorlardı. Ama onlar en azından belli bir süre için bu kazaların tamamen bitmiş olduğunu kamuoyunda yaymak, insanlığı buna inadırmak için ellerindeki tüm aparatları, bilim adamı denen apolegetleri harekete geçirdiler. Brzezinski, Fukuyama, Huntington, Hardt ve Negri, Chomsky und Bookchin bunlardan bazılarıdır.
Brzezinski: Kapitalizm demokrasi ve refah getirecek
Bunların hemen hepsi sosyalizmin sona ermesiyle sınıf savaşı döneminin kapandığını, ulusal devletlerin miadını doldurduğunu, küreselleşmeyle kapitalizmin insanlara özgürlük ve refah getiren bir toplum yaratacağından bahsetmeye başladılar. Uzun süre ABD Başkanlarının danışmanlığını yapan Brzezinski Sovyetlerin dağılmasıyla ABD’nin “tek” dünya gücü ve “süper gücü” olduğunu, Lizbon’dan Viladivostok’a kadar uzanan Avrasya bölgesinde hegemonyasını kurmasını gerektiğini ve Rusya’nın tekrar büyük bir güç olmaması için Ukrayna’ya hükmetmemesi gerektiğini vurguladı, komünizmin insanlığa özgürlük, demokrasi ve refah getiremediğini belirtti, Sovyet diktatörlüğünün yıkılmasıyla bunları insanlığa kapitalizmin, sosyal demokrasinin ve liberalizmin getireceğini açıkladı. Ama “öngörüsünün” hiçbirinin tutmayacağını kendisi de biliyordu. Çünkü kapitalizm insanlığa hiçbir zaman özgürlük ve demokrasi getirmemiş; sömürü, baskı, zulüm ve diktatörlük getirmiştir.
Fukuyama: Tarihin sonu geldi
Bir ABD bilim insanı olan Fukuyama’ya göre reel sosyalizmin yıkılmasıyla “inişli çıkışlı” bir tarih gelişmesi sona ermiş, kapitalizm, liberal demokrasi tarihin sonu olarak yerini almış, ebediyete kadar var olacaktır. Tarihte bundan sonra, sosyalizm, komünizm gibi sistemlere artık yer yoktu. Sayın bilim insanının tarihin durdurulamayacağını bilmesi gerekmez mi?
Huntington: sınıf değil kültürler ve dinler savaşı yaşanacak
Yine bir ABD bilim insanı olan Huntington ise artık soğuk savaş dönemlerinde olduğu gibi dünyada sınıf ve ideolojik mücadelelerin yaşanmayacağını, bunların sona erdiğini, bundan böyle dünyada “kültür ve dinler savaşlarının” olacağını açıklıyordu. Savaşsız yapamayan kapitalizmin bir savaş yaratması doğaldı. Ama bununla sınıf savaşı yok olmazdı.
Hardt ve Negri: Sınıf değil kimlik mücadelesiyle oluşacak yeni çoğunluklar belirleyici
Hardt ve Negri ise “İmperyum” adlı eserlerinde, bir ulus devletin diğer ulus devlet üzerindeki kontolüne dayanan klasik emperyalizm yerine, tek tek devletlerin değil, küresel süreçlerde güç ve kontrol kullanan küresel kuruluşlardan, şirketlerden, çok uluslu örgütlerden oluşan bir ağ olan “emperyum” geçmektedir. Emperyum denen ağ yalnız ekonomik ve politik güç kullanmaz, yaşamın kendisini de kontrol eder ve düzenler. Güç uygulama ve yaşamı düzenleme ulusal devlette değil, emperyum denen küresel ağdadır. Yeni adil bir dünya düzeni için mücadeleyi Marksizm’de olduğu gibi sınıflar değil, değişik nedenlerle, kimliklerle bir araya gelen insan “çoğunlukları” yapacak, direniş potansiyeli onlardadır.
Bookchin: komünalizm, özgürlükçü ekoloji, direkt demokrasi
Bu anlayış Bookchin’de daha açık ifadesini bulur. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra Bookchin’in komünalizm, liberter ekoloji, doğrudan demokrasi gibi fikirleri öne çıkarıldı. Nükleer ve küreselleşme karşıtı radikal bir antikapitalist olan Bookchin komünalizm, toplumsal özyönetim fikirleri yeni sol hareketleri etkiledi, sınıf savaşı olmadan toplumsal özyönetime geçilebileceği yayılıyordu. Bu kapitalizme karşı savaşı atlamak, komün yaşamını, bir yerde komünizmi ikame etmek anlamına geliyordu.
Marks, Zasuliç ve Bookchin
Oysa bu sorun daha Marks zamanında tartışılmış ve Marks bir öngörüde bulunmuştur. Marks bir Rus devrimcisi olan Zasuliç’in sorduğu, Rusya’daki ilkel komünal dönemi yaşayan köy topluluklarının (komünlerinin) kaderinin ne olacağı ve tüm ülkelerin kapitalist üretimin tüm aşamalarından geçip geçmeyeceği sorusuna verdiği yanıtta, Rusya’nın sosyal yeniden doğuşunda, “bunların etkili olması için, önce her taraftan onun üzerine gelen yıkıcı etkilerin bertaraf edilmesi ve böylece ona doğal gelişmesinin normal koşulların sağlanması gerekmektedir” der. Yani önce Rusya’daki koşulların bir devrimle ortadan kaldırılması gerekmektedir. Manifesto’nun Rusça sayısına yazdığı önsözde “Toprakta ilk çağların toplumsal mülkiyetin şiddetli aşınmış bir biçimi olsa da, Rus köy komünleri direkt yüksek komünist ortak mülkiyete geçebilir mi? Veya o tersine, önce Batının tarihsel gelişmesi olan aynı çözülme süreçlerinden geçecek mi? Buna bugün mümkün olan tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batıda proleter bir devrimin sinyali olursa, böylece ikisi birbirini tamamlarsa, böylece topraktaki şimdiki Rus ortak mülkiyeti komünist bir gelişmenin çıkış noktasına hizmet edebilir.” Eski çağlardan kalma zayıflamış da olsa köy komünlerinin kapitalizmi yaşamadan sosyalizme/komünizme geçmesi için hem Rusya’da hem Batıda devrimlerin olması gerekmektedir. Marks’a göre Bookchin’in komünalizmi, işçi sınıfının öncülüğünde tüm demokratik güçlerle birlikte kapitalizmi ortadan kaldıracak toplumsal devrim olmadan olmaz.
Erdoğan’a karşı mücadelede sonuç alma işçi sınıfıyla birlikteliği gerektirir
Bugün Türkiye solunda da tüm bu anlayışlar yaygınlaşmakta, taraftar bulmaktadır. Özellikle kimliğe dayalı kadın, gençlik, çiftçi, ekoloji mücadelesi öne çıkmaktadır. Bunların bugün maalesef işçi sınıfı, sosyalizm diye bir sorunları yoktur. Ama tüm bu kimlik mücadelelerinin ortak yanı Erdoğan’ın tek adam rejimine, onun politikalarına karşı olmalarıdır. Ama bunlar birbirlerinden kopuk Erdoğan’a karşı savaşmaktadırlar. Bu nedenle de bir sonuç alamamaktadırlar, çünkü bunların 70’li, 80’li yıllarda olduğu gibi işçi sınıfıyla birlikte Erdoğan iktidarına karşı savaşmak diye bir alışkanlıkları kalmamıştır. Bunun nedeni işçi sınıfının devrimci mücadele verecek güçte olmamasıdır. Bunun da nedeni partimiz TKP’nin hâlâ zayıf olması, ayağa kalmamış olmasıdır. Partisiz bir işçi sınıfı, sınıf ve demokrasi mücadelesinde yerini alamaz, Parti olmadan Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı savaşan akımlarıın birliği sağlanamaz. Bizlerin omuzlarında böylesi bir yük var. İşçi sınıfına, halkımıza karşı bu yükümlülüğümüzü yerine getirmek, TKP’yi ayağa kaldırmak, yaşıyor, savaşıyor yapmak gerekmektedir
Ülkede doğan yeni olanaklar: Ölü toprağı üstünden atan yığınlar
Bunu başarmak zorundayız. Türkiye’deki politik gelişmeler, yığınlarda yükselen protestolar bunun koşullarının yaratılmakta olduğunu göstermektedir. Erdoğan’ın kayyım atamalarını Kürt illerinden Batı illerine taşıması, başta İstanbul ve onun Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu olmak üzere birçok ilin ve ilçenin belediye başkanının görevden alınması, tutuklanması, yerine kayyum atanması veya vekalet edecek vekiller getirilmesi hem şimdiye kadar uyutulan CHP tabanında, hem halkta belediyelerine yapılan bu saldırılara karşı ayağa kalkma gereksinimi duydu. CHP, halktan, gençlerden, kadınlardan, köylülerden, çiftçilerden büyük bir destek gördü. Her hafta İstanbul’un bir ilçesinde, Anadolu’nun bir ilinde “Millet iradesine sahip çıkıyor” mitingleri yapmaya başladı. Mitinglere büyük katılımlar olmaktadır. Bu halkın Erdoğan iktidarına karşı hoşnutsuzluğunun açık bir göstergesidir. Çünkü katılanlar yalnız İmamoğlu’nun özgürlüğü için değil, Erdoğan’ın gitmesi, kendi gelecekleri için geldiklerini belirtmektedirler. Mitinglerde “Erdoğan İstifa” sloganı daha gür ifade edilmektedir. Bu mitingler halkın direnme azmini güçlendirmekte, üstündeki ölü toprağı ve Erdoğan korkusunu atmaya başladığını göstermektedir. Bu değerlendirmemiz gereken yeni bir gelişmedir. Yığınlar ayağa kalkmaktadır, biz neredeyiz diye sormamız gerekmektedir.
Birlikte mücadele: rejim değişmeli, demokrasi kazanılmalı
Ülkede duyuılan demokrasi ve özgürlük, hak, hukuk, adalet özlem ve istemleri yalnız CHP mitinglerinde ortaya çıkmıyor. İşçilerin, emekçilerin grevleri ve asgari ücrete karşı direnişlerinde, emeklilerin açlık sınırı altındaki aylıklara karşı protestolarında da ortaya çıkmaktadır. Onların taleplerini direkt hükümete karşı yöneltmeye başlaması, Anadolu köylü ve çiftçilerin yığınsal olarak traktörleriyle mitinglere katılması ve hükümeti hedef alması, kadın, aydın, gençlik, ekolojik hareketinin sorunlarının çözümünü rejimin değişme sorunuyla bağlaması sınıf, demokrasi ve kimlik mücadelelerinin yeni bir boyut kazanmakta olduğunu göstermektedir. Bu ülkede kadının bu derece horlanması ve katledilmesi, aydının bu kadar küçük düşürülmesi ve tehlikeli görülmesi, gençlerin gelecekten bu kadar umutsuzluğa düşmesi ve okumanın, diploma sahibi olmanın bir anlamının kalmadığı kanısına varması, doğanın, çevrenin bu kadar tahrip olması ülkedeki AKP rejimiyle bağlı olduğu kanısı yığınlar arasında hızla yayılmaktadır. Birkaç AKP yanlısı şirketin maden arama altında yapacakları kârları için Anadolu’nun sembolü olan zeytinliklerin katliamına karşı girişilen protestoların Ankara’ya taşınması, hükümeti cephe alması halk yığınlarındaki hükümet karşıtlığının ulaştığı boyutun bir göstergesidir. Tüm bu hareketlerin eylemlerinin hükümete karşı birlikte bir çıkışa dönüşmesi ve başarı kazanması partimizin ayağa kalkması, bu hareketlerle sıkı sıkıya bağlanmasıyla mümkündür. Bu kimlik hareketlerinin işçi sınıfı hareketiyle bağlanması ancak partinin ayağa kalkması, güçlenmesi ile olanaklıdır. Bunu gerçek yapmak önümüzde duran asıl görevdir.
Kürt sorununda yeni süreç: Demorasi için yeni umut
Yoldaşlar,
Geçtiğimiz yılın ekim ayından bu yana ülkemizdeki en önemli gelişme Kürt sorununda yaşananlardır. “Beklenmedik” bir anda yeni bir sürecin yeşermesi ve hızla bir ivme kazanmasıdır. Bu gelişme “herkesi” şaşırttı. Özellikle Kürtlerle yeni bir “iç çephe” oluşturma, Öcalan’ın gelip Meclis’te konuşması, “umut hakkı”ndan yararlanması fikrinin Türk milliyetçiliğinin Partisi MHP ve onun iflah olmaz PKK ve Öcalan karşıtı Bahçeli’den gelmesi “ne oluyor?” sorusunu sordurmaktadır. Evet ne oluyordu? Bahçeli neden böyle bir çıkış yapma zorunda kalmıştı? Erdoğan buna nasıl müsaade ediyor, susuyordu? Bu Erdoğan ve Bahçeli’nin politik bir manevrası mıydı? Kürtleri yeni bir “kandırma, aldatma” projesi miydi? Yoksa emperyalist güçlerin Türkiye’ye yeni bir oyunu muydu? Komplo teorisi çoktu.
Yıllardan beri özellikle Bahçeli ve Erdoğan kendi tabanlarında, halk yığınları arasında Öcalan ve PKK düşmanlığı yapıyor, Kürtlere inkâr ve imha politikası uyguluyor, 40 yıldır PKK’ya karşı Türkiye, Irak ve Suriye’de havadan, karadan bir yok etme savaşı sürdürüyordu. Gazeteci, aydın, sanatçı, normal vatandaş, kim ki Kürtlerle bir dayanışmaya giriyor, PKK’ya karşı savaşa karşı çıkıyor, Öcalan’ın serbest kalmasını, üstündeki tecritin kalkmasını istiyor, “terör iltisaklı” diye hemen işten atılıyor, tutuklanıyor, hapishanelerde çürütülüyordu. Bu halk kutuplaştırılmış, milliyetçilik ve şovenizm ayyuka çıkarılmış, Kürt ve PKK düşmanlığı hep canlı tutulmuş, hatta Erdoğan “sürekli” iktidarda kalmanın yolunu PKK’ya karşı düşmanlıkta ve savaşta bulmuştu. Böylesi barut fıçısı gibi “hassaslaşmış” bir tabanın, yığının karşısına çıkıp, Kürtler bizim kardeşimiz, PKK ile barışalım, Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun demenin büyük riskleri olacağını herkes bilir ve Bahçeli bunu en iyi bilenlerden biridir. O zaman Bahçeli tabanının ayağa kalkacağını bile bile çıkıp neden böyle bir riskin altına giriyor?
Yeni sürecin nedeni Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de son yaşananlardır
Bu soruyu yanıtlamak için Erdoğan, ABD, emperyalizm üzerine komplo teorileri kurmaya kalkmanın bir anlamı yoktur. Güneyimizde, özellikle Suriye’de olup bitenlere, İsrail’in Gazze, Lübnan ve İran’da uyguladığı savaşlara, jenoside varan kıyım ve katliamlara bir bakmak yeterlidir. Yıllardan beri Suriye’de Esad’a karşı ABD ve Türkiye’nin desteği ile İŞİD’ci ve El-Kaideci, bunlardan çıkan HTŞ gibi islami grupların yürüttükleri bir iç savaş yaşanmaktadır. Sonunda İdlib’de toplanan bu gruplardan HTŞ öne çıktı ve Türkiye’nin himayesinde güçlendi. Geçen senenin sonbaharında ABD, İsrail ve diğer emperyalist güçler Esad’ın devrilmesi için düğmeye bastılar ve bu işi HTŞ’ye havale ettiler. Bu arada İsrail de Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah liderlerini bir bir yok ederek İran’a ve giderek Rusya’ya bölgeden çekilmeleri zamanı geldiği bildirildi. Colani (Ahmet el Şara) denen HTŞ lideri İdlib’den çıkıp bir hafta içinde Halep’i, Hama ve Homs’u alarak 8 Aralık 2024’de Şam’a girdi, Esad devridi, ülkeyi terketti. Colani (Şara) iktidarı ele geçirdi.
Türkiye için Ortadoğu’da, Suriye’de aktör olmak Kürtlerle birlikteliği dayatır
Colani’yi yetiştiren ve hamiliğini yapan Türkiye başından beri bu planların içinde, gelişmelerin nereye doğru evrileceğini kestirmeye çalışıyordu. Emperyalizmin planının Esad’ı devirip Suriye’de İsrail’i egemen kılma ve Ortadoğu’nun liderliğini İsrail’e verme olduğu ortaya çıkınca derin devlet nasıl bir politika uygulanması gerektiğini düşünmeye başladı. Suriye’ye hükmedecek olan bir İsrail’in Suriye’de Kürtlere dayanacağı, bu dayanağı Irak Kürtlerine kadar uzatabileceği, böylece İran’ın Hamas ve Hizbullah’a uzanan destek yollarını keseceği açıktı. İsrail’in özellikle Suriye’de Kürtlerle bir ittifak kurması Türkiye’nin Ortadoğu’da politik bir aktör olma olanağını kaybetmesi demekti. Bunun önlenmesi gerekiyordu. Bunu önlemenin yolu da hemen Kürtlerle “kardeşlik hukukunu” yenilemek, özellikle Rojova Kürtlerini “elde etmekti.” Bunu yolu da İmralı’da Öcalan’la “barışmaktan ve anlaşmaktan”, yeni bir sürecin yolunu açmaktan geçiyordu. Bunun öncülüğünü Erdoğan yapamazdı. Hem tabandan büyük tepki gelir hem de “seçim hesabı” yapıyor diye inandırıcı olmazdı. Derin devlete göre bu gibi işlerin adamı Bahçeli idi. Sözkonusu devletti, devlet olunca gerisi teferruattı. Bölgedeki bu gelişmelerden hareket edilmeden Kürtlerle yeni süreci anlamak zorlaşır. Sürecin nedeni bölgede Türkiye aleyhine gelişen olaylardır. Bunlar, asla devletin Kürtlere karşı esas politikası olan zorla asimilasyonun değiştiği anlamına gelmez.
AKP/MHP arasında yaklaşım farklılıkları
Bahçeli’nin bu riski almasıyla tabanından kaymalar oldu. O, bunları zamanla yeniden kazanacağını ve süreç geliştikçe daha da güçleneceğini hesap ediyor. Erdoğan arkadan gelişmeleri izleyerek tabandan gelecek tepkinin büyük olmayacağını görünce süreci sahiplenmeye, bunu kendini yeniden başkan seçtirme ve oya çevirme hasapları yapmaya başladı. Bahçeli ise sürecin bir an evvel tamamlanmasını, Ortadoğu’da Türkiye’nin elinin güçlenmesini istemektedir. Bunun AKP/MHP arasında bir ayrışmaya vardırıp vardırmayacağı bölgedeki ve barış sürecindeki gelişmelere bağlıdır. Çünkü ABD’nin yanısıra Suriye’ye Fransa ve İngiltere de el atmaya başlamıştır. Türkiye’nin özellikle Fidan’ın “körü körüne” El-Şara’yı desteklemesi, Rojova Kürtlerine El-Şara’ya “kayıtsız şartsız” teslim olmalarını dayatması Türkiye’nin dışlanmasına neden olabilir. Zira son zamanlarda Suriye’deki Dürzi ve Alevilere, Hristiyanlara saldırılar El-Şara’nın konumunu zayıflatmakta, yerine bir başkasının bulunmasını bile gündeme getirebilir. Bu nedenle Suriye Kürtleriyle acilen iyi ilişkilerin kurulması, bir zamanlar Salih Müslim’in ziyaretlerinden ders çıkararak Mazlum Abdi’nin Türkiye’ye davet edilmesi, eşit şartlarda ciddi görüşmeler yapılması gerekmektedir. Bunlar Bahçeli için birinciyken, Erdoğan için seçim hesapları birinci olmaktadır. Onların aralarında bu ciddi bir çelişkidir.
Meclis komisyonuna tabandan baskı zorunludur
Her şeye rağmen Türkiye’de süreç yavaş ilerliyor, nasıl gelişeceği tam belli değil. Buna rağmen Kürt tarafının attığı adımlar, Öcalan’ın silahları bırakma, örgütü feshetme ve siyasi mücadeleye geçmeyi içeren “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, PKK’nın bu çağrıya uyarak kendini feshetme kongresi yapması ve feshetmesi, silahları bıraktığını gösteren sembolik silah yakma töreni Kürtler açısından sürecin geri dönülmez bir yola girdiğini gösteren önemli adımlardır. Onların bu adımları Türk tarafını da adımlar atmaya zorlamaktadır. Son olarak Meclis’te kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” Kandil ve İmralı’nın attığı adımların bir sonucudur. Komisyon şimdi sürece dönük hukuki adımların atılması için çalışmalarını hızlandırmalıdır. Komisyonun karar alıcı tartışmaların kapalı kapılar ardında, kamuoyunu bilgilendirme, STK ve kanaat önderlerinin, aydınların ve bilim insanlarının dinlenmelerinin şeffaf kamuoyu önünde yapılması gerekmektedir. Sorun komisyonun çalışma usulünden çok kamuoyundan gelecek taleplerdir, sürecin benimsenmesidir, komisyona tabandan baskıların yapılmasıdır. Kamuoyundan baskılar gelmeden Öcalan, Demirtaş ve Yüksekdağ, Kavala, Atalay, Gezi direnişi tutukluları, hasta tutuklular, gazeteciler, aydınlar, demokrasi ve özgürlük aktivistleri, başta İmamoğlu olmak üzere belediye başkanları ve çalışanları serbest bırakılmaz ve kayyım sistemi kaldırılmaz, Kandil’deki gerillaların topluma dolaysız entegrasyonu için yasa çıkarılamaz. Özgürlükler ve demokrasi her zaman işçi ve emekçilerin, sol, demokratik, devrimci, barış, sosyalist ve komünist güçlerin çetin mücadelesiyle kazanılmıştır, hiçbir zaman egemenlerin lütfu olmamıştır. Şimdi tabandan komisyon çalışmalarına baskılar örgütlenmeli, yığınlar harekete geçirilmelidir. Bu sürecin başarısında en önemli etkenlerden biri olacaktır. Sürecin devlet tarafından bitirilmesi, başarıyla sonuçlanmaması durumunda Türk demokratik ve sol güçlerinin de sorumluluğu olacaktır.
Sol ve demokratik güçler süreci acilen sahiplenmelidirler
Süreç ilk demokratikleşme ürününü verdi
Bu nedenle başlayan sürece sahip çıkmak, onu Türkiye’nin demokratikleşmesiyle taçlandırmak, ülkede tüm halkların barış içinde kardeşçe eşit, özgür, özerk, demokratik ortak bir yaşam sağlanması en başta sol, devrimci, demokrat, sosyalist, komünist tüm güçlerin yığınlar içinde, özellikle Türk işçi ve emekçi yığınları içinde çalışmalarına, onları Kürt sorunu ve süreç konusunda aydınlatmalarına ve kazanmalarına bağlıdır. Maalesef Türk solu, devrimci ve demokratik güçleri çok kötü bir sınav vermektedirler. Müdahil değil, dışardan birer izleyici konumundadırlar. Gelişmeyi son Metropol kamu araştırma şirketinin yaptığı gibi, partilerin tabanındaki tepkilere, kaymalara bakarak sanki kendiliğinden bir gelişmeler oluyormuş izlenimi yaratılmaktadır. Bunlar yanıltıcıdır. Biz bu tabana müdahil olup onları kazanmadan onlar her zaman liderlerinin peşinde gideceklerdir. Bunlar lider partileridir. Burada sürecin önemini hem sol, devrimci, demokratik çevrelere, yığınlara anlatmakta, onları harekete geçirmekte bizim üzerimize büyük görevler düşmektedir. Şu bir kez daha hatırlanmalı: Kürt halkı özgür olmadan, Kürt sorunu çözülmeden Türk halkı özgür olamaz, Türkiye demokratikleşemez. Kürt sorununda yeni süreç daha “ete-kemiğe” bürünmeden atılan ilk adımlar Türkiye’ye büyük bir demokratikleşme sağlamıştır. Düne kadar Erdoğan bütün muhaliflerini “terör iltisaklı” diye sustururken, zindanlara atarken, yeni sürecin ilk adımlarıyla birlikte onun bu silahı işlemez olmuştur. İmralı’da Öcalan’la, Kandil’de PKK ile konuşurken “terör iltisaklı” bir tehdit kendini “feshetmiştir”. Bu büyük bir demokratikleşme adımıdır. Süreç başarıya ulaştıkça ülkenin demokratikleşme, halkın özgürleşme süreci de artacaktır. Bu iktidardakinin şahsından bağımsız olarak böyle gelişecektir. Onun için yoldaşlar, önümüzdeki dönem çalışmalarımızın merkezine süreci sahiplenme ve taçlandırma görevi konmalıdır. Sürecin sahiplenilmesi için en geniş güçlerin ittifakının oluşması için çalışılmalıdır. Ama bu kolay değidir. Egemen güçlerin yıllardan beri yığınlar içinde ektikleri Kürt aleyhtarlığı, PKK ve Öcalan düşmanlığı biz şimdi barışıyoruz, kardeş oluyoruz açıklamalarıyla, bir süreçle giderileceğini düşünmek saflık olur. Yıllarla gelen önyargılar bir gecede değişmez. Bu daha çok zaman alacaktır. Ama ilk adım atıldı. Bu başarıldığı ölçüde Türkiye demokratikleşecek, halklar özgürleşecek, ortak yaşam güçlenecektir. Türkiye’de Kürt sorununun demokratik bir çözümü başarılırsa, Kürtler eşit ve özgürce dil ve kimliklerine, özerkliklerine kavuşarak onurlu bir barışla demokratik cumhuriyete doğru yol alınacaksa, Erdoğan’ın tek adam rejiminden kurtulmak da kolaylaşacaktır. Kürt sorununun demokratik çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesi, halkların özgürleşmesiyle ülkenin önünde yepyeni bir dönem açılacaktır.
Tartışmamız gereken konu partimizi nasıl ayağa kaldıracağımız,
Nasıl yaşıyor ve savaşıyor yapacağımızdır
Yoldaşlar,
Görüyorsunuz omuzlarımızdaki yük büyük. Bu yükün altından partimizi ayağa kaldırarak kalkabiliriz. Bunu nasıl başaracağız. Hâlâ eski parti üyelerinden aramıza katılanlar var. Ama bu yetmiyor. Bizim işçi, köylü, emekçi, öğrenci, aydınlar, kadınlar, gençler arasından yeni genç üye ve kadrolar kazanmamız gerekmektedir. Bugün bunu burada enine boyuna tartışacağız. Ama bunun yolu tarihimizde de gördüğümüz gibi yığınlara gitmek, sendika, dernek, parti, STK gibi legal olanakları değerlendirmek, onlarla birlikte onların içinde çalışmak, yeni legal olanaklar yaratmaktan geçmektedir. Yukarıda saydığımız gibi işçi ve emekçilerin direnişleri yükselmekte, belediyelere saldırıya karşı büyük direnişler yapılmakta, kadın, aydın, genç, ekoloji hareketlerinin hükümeti hedefleyen tutarlı çıkşları ses getirmekte, Kürt hareketinin mücadelesi yeni bir boyut kazanmaktadır. Yeni üye ve kadrolar ancak bu mücadeleler içinde bulunarak, birlikte savaşarak kazanılır. Ancak bizim çalışmalarımızla, partimizin güçlenmesiyle bu hareketlerin mücadelesi işçi sınıfıyla birleşir, Demokrasi ve sosyalizm yolunda yeni başarılar elde edlir.
İşte o zaman TKP yaşıyor ve savaşıyor diye haykıracağız. Önümüzde daha çok yol var. Ama bu yolun sonunda partimiz ayağa kalkacak, işçi sınıfı ve demokrasi mücadelesinin önünde yürüyecektir. Demokrasi kazanılarak sosyalizme doğru yol alınacaktır.
Haydi yoldaşlar yığınlara! Pusulamız Marksizm-Leninizm’dir. Proletarya enternasyonalizmidir. Suphilerin, Bilenlerin yolunda ilerleyelim! Şimdiye kadar “Nerede bir komünist varsa, parti ordadır” diyorduk. Şimdi “TKP yaşıyor ve savaşıyor” diyeceğiz.
Kavga sesleri geliyor köylerden ve şehirlerden!
Yaşasın TKP’miz!
Türkiye Komünist Partisi TKP – 1920