AÇIKLAMA
AÇIKLAMA
Partimizin 101. yılı açıklaması
Günümüzün en acil görevi Erdoğan karşıtı tüm güçlerin ittifakıdır
TKP Türkiye işçi sınıfı ve halklarının enternasyonal partisidir
10 Eylül 1920’de Bakü’da Mustafa Suphi ve Ethem Nejat, Topçu İsmail Hakkı ve diğer parti önder ve delegelerinin kurdukları, Bilen’in, Nazım’ın, Baştımar’ın ve Aram Pehlivanyan’ın yaşattıkları partimiz TKP 101 yaşında. Geçen yıl Anadolu’da bir ceviz ağacının altında Partimizin 100. yılını büyük bir coşkuyla kutlamıştık. Bu yıl partimizin kuruluşunu pandemi koşullarında kutluyoruz. Bu kutlamalar, bir asırdır Kemalist Türk devletinin ve burjuvazisinin barbar saldırılarına, sahte ama resmi TKP kurdurtmalarına bir meydan okumadır: parti saflarında Şefik Hüsnü, Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya, Kıvılcımlı, Mihri Belli, Nabi Yağcı ve grubu Partizancı küçük burjuva Kemalist yanlısı Marksist geçinen bozguncu likidatörlerin ihanetlerine rağmen partimiz TKP’nin yaşıyor ve savaşıyor olmasının ilânıdır. TKP’yi yaşatanlar, onun mücadelesini yürütenler Suphilerin, Bilenlerin izinde giden, Marksizm-Leninizm yolundan ayrılmayan, proleter enternasyonalizme bağlı komünistlerdir. Onlar partimizin şanlı bayrağını işçi sınıfının saflarında, onun ekmek, hak ve sosyalist iktidar mücadelesinde, başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarının demokrasi ve özgürlük savaşlarında yükseltmekteler ve yükseltmeye devam etmektedirler.
TKP Büyük Ekim Devrimi’nin ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinde doğmuş Türkiye işçi sınıfının ve halklarının Marksçı-Leninci enternasyonal partisidir. O hem Rusya’da emperyalizmin desteklediği karşı devrimci Beyaz Ordu’ya, hem de Anadolu’ya dalan emperyalist güçlere karşı savaşmıştır. 10 Eylül 1920’de Bakü’da kurulduktan sonra Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Rusya’daki esirler arasından kurdukları Kızıl Alay’la birlikte Anadolu’daki Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere yola çıktılar. Maalesef Kızıl Alay Gürcistan ve Ermenistan’daki Menşevik, Taşnak iktidarlarını yarıp geçemedi. Orduyu orada bırakmak zorunda kaldılar. 15 komünist yola devam ettiler. Hedefleri Ankara’daki ulusal burjuvazinin temsilcileri Mustafa Kemal ve diğer paşalarla birlikte emperyalistleri Anadolu’dan atmak ve Anadolu’da “özgür halkların özgür ittihadı”na dayalı Sovyet dostu demokratik bir cumhuriyet oluşturmaktı. Suphiler Bakü’den yola çıkmadan önceki kısa bir dönemde Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasında zımnen bu hedefler çerçevesinde bir ittifak oluşmuştu. Zira Mustafa Kemal bu dönemde kendisine yüz vermeyen emperyalistlere karşı savaşta Sovyet yardımına ve Mustafa Suphi’nin desteğine ihtiyacı vardı. Suphiler Bakü’den yola çıkmadan önce Mustafa Kemal Sovyet dostu gözüken ikiyüzlü bir “Bolşevik” idi.
Mustafa Kemal’in İngilizlerle işbirliği ve Suphileri katlettirmesi
Ama Suphiler Baku’dan yola çıkarken dünya ve Mustafa Kemal değişmişti. 1920 yılının sonunda Mustafa Kemal artık Sovyet karşıtı İngilizlerin dostu emperyalist yanlısı bir Osmanlı paşasıydı. Çünkü Kızıl Ordu karşısında Beyaz Ordu’nun yenilmesiyle Moskova’da Sovyet iktidarının kesin zaferinin gerçekleştiğini ve iki bloklu bir dünyanın oluşmakta olduğunu gören İngiliz emperyalistleri Anadolu’da komünizme, Sovyet iktidarına karşı “modern” tampon bir Türk devleti oluşturmak için Mustafa Kemal’le çoktan ilişkiye geçmişler, Sevr’i yeniden görüşmek üzere Londra’da bir konferans toplama kararı vermişlerdi. İşte tam bu sırada Kars’a ulaşmış olan Suphilere ve Sovyetlere Mustafa Kemal’in ihtiyacı kalmamıştı. Zımnen kurulan ittifakı çoktan sonlandırmıştı. Mustafa Kemal bir telgrafla durumu Kars’taki Kazım Karabekir’e bildirip gereğinin yapılmasını istedi. Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde Suphiler Kars’tan Erzurum Valisi Hamid’e, oradan Trabzon’a Topal Osman’ın tayfalarından Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ya teslim edildiler. Yahya’da 28 Kanunisani 1921’de Suphi ve 14 Yoldaşımızı Karadeniz’de hunharca katlettirdi, Meryem (Maria) Suphi’yi alıkoyan Yahya ve adamları ona en zalim işkenceleri uyguladılar. Artık Mustafa Kemal ve paşaları emperyalizmin desteğinde tek başına temsil ettikleri burjuvazi ve ağalarının iktidarını kurabilirlerdi. Bu cinayetle birlikte Mustafa Kemal ve verdiği kurtuluş savaşı, kurduğu Türk ulus devleti ne antiemperyalistti, ne ilerici demokrat bir devlettir, tam tersine işçi sınıfına ve başta Kürtler olmak üzere Türkiye halklarına kan kusturan emperyalist yanlısı “Türklerin” ceberrut bir iktidar ve devletiydi.
Uluslararası ve ulusal savaşlara katılmış bilinç ve ideolojik, savaş ve örgütçülük düzeyleri yüksek, partimizin en yiğit ve tecrübeli, en seçkin yöneticilerinin katli daha kurulmakta olan partimiz için, padişahlığa ve emperyalistlere karşı savaşan işçi sınıfımız ve halkımız için büyük bir kayıptı. Fakat Mustafa Suphi’nin, Ethem Nejat’ın, İsmail Hakkı’nın ve diğer önderlerin Anadolu’ya ve İstanbul’a attıkları komünist kök tutmuştu. Ankara’da İmalatı Harbiye işçileri, Adana’da, Diyarbakır’da, Eskişehir’de, Ege’de, İstanbul’da demiryolu işçileri, liman işçileri, imalat sanayisi işçileri arasında parti hücreleri yaşıyor ve çalışıyordu. Tüm baskı ve zulme rağmen 1922 yazında Komintern’den de bir heyetin katılımıyla Ankara’da partimizin ikinci kongresi toplandı. Hem birinci hem ikinci kongre partinin işçi ve köylü yığınlar içinde, gençlik, kadın ve aydınlar arasında örgütlenmesine büyük önem verdi, emperyalistlere ve toprak ağalarına, Kemalist hükümetin, burjuvazinin gerici, işbirlikçi çevrelerine karşı, ulusal nitelikli küçük ve orta burjuva çevreleriyle bir ittifak, bir cephe yaratılması, Sovyetlerle dost iyi ilişkiler kurulması için savaştı. 1922 Ekim’inde verilen ve bugüne kadar süren yasağa rağmen partideki Suphici kadrolar bu ittifak politikasını hep savundular.
Şefik Hüsnü ve Kemalistlere destek dönemi
1925 senesinde üçüncü kongre ile partinin başına geçen Şefik Hüsnü ile birlikte maalesef partinin bu Suphici politikası, emperalistlerle işbirlikçi burjuvazi ve ağalara karşı işçi sınıfının köylülük, küçük ve orta burjuvaziyle ittifak politikası terk edildi. Kemalistlere ve burjuvaziye ayırımlı yanaşılmadı. Kemalistlere tümden destek verildi. Bu destek Kürt isyanları döneminde de devam etti. Kürt isyanlarının ulusal baskıya karşı demokratik ve özgürlükçü içeriği görülmeden bunlar sırf İngiliz destekli hilafetçi tarikat ve aşiret reislerinin ve toprak ağalarının başkaldırısı olarak değerlendirildi ve barbarca bastırılmalarına ses çıkarılmadı. Burada Komintern’in ve Sovyetlerin güney sınırlarını garanti altına alabilmek için Kemalistleri bir bütün olarak emperyalistlere karşı bir müttefik görmesinin de şüphesiz rolü olmuştur, ama Komintern duruma göre Kemalistlere karşı zamanla ayırımcı, zamanla tümden bir yaklaşım sergilemiştir. Diğer yandan Komintern her zaman Türkiyeli komünistlere, Kemalistlerden emperyalizme karşı gelen tutumları dikkate alın, ama kendinizi, size baskı yapanlara karşı koruyun, savunun demiştir. Ne var ki, parti Nedim Tör, Şevket Süreyya gibi Kemalist likidatörlerle mücadele nedeniyle bunlar üzerinde fazla duramamıştır. Partide bu tutum 1939’da Şefik Hüsnü’nün görevlerinden alınıp parti işlerine karışmamak koşuluyla Türkiye’ye gönderilinceye kadar sürmüştür.
Komintern VII. Kongresi ve faşizm koşullarında ittifak, Halk Cephesi politikası
İşçi sınıfı tüm insanlığı sömürü ve baskıdan, savaş ve saldırılardan kurtarmak, sömürüsüz, baskısız, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçıl toplum sosyalizmi kurmak olan tarihi misyonunu, toplumsal gelişmenin oluşturduğu güçler dengesine göre işçi sınıfının ve tüm emekçi yığınların eylem birliğini ve erkteki burjuvaziye karşı en geniş güçlerin ittifakını oluşturarak yerine getirebilir. Marks, Engels, Lenin mücadeleleri boyunca bu eylem birliği ve ittifak politikasının örneklerini vermişlerdir. Kapitalizmin emperyalizme, tekelci ve finans kapitalizme yükseldiği geçtiğimiz yüzyılın 20’li ve 30’lu yıllarında ortaya çıkan ve bazı ülkelerde iktidara gelen faşizme karşı mücadelede ittifak politikası büyük bir önem kazanmıştır. Faşizmin analizini yapan Komintern VII. Kongresi’nde faşizme karşı mücadelenin ana hatlarını saptamıştır. Komintern’e göre iktidardaki faşizm “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en çok emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür” (Dimitrof). İçinde bulunduğu genel kriz ve işçi ve emekçi yığınlarının devrimci mücadelesi karşısında şimdiye kadarki burjuva parlamenter demokratik araçlarla kendi sınıfsal çıkarlarını, iktidarını ve egemenliğini yürütemeyeceğini gören finans kapital faşizme, açık terörist diktatörlüğe başvurur, devrimci gelişmeyi bastırır, tüm burjuva demokrasisini, onun kurum ve kuruluşlarını, güçler ayrılığını rafa kaldırır, demokratik basını susturur, işçi sınıfı ve burjuva partilerini, örgütlerini, sendikaları kapatır. Azınlıkları imha etmeye yönelir. Ülkeye hâkim olan artık çıplak terördür, şoven milliyetçilik, ırkçılık ve antikomünizm, antisovyetizmdir. Dışa karşı ise saldırı ve savaş hazırlığıdır.
Dünyadaki bu gelişmeler karşısında Komintern komünistlerin izleyecekleri politikayı saptadı. VII. Kongre’de Komintern komünist partilerinin önüne şimdiye kadar yapılan sekterliği aşıp işçi sınıfının köylülerle ve emekçi yığınlarla, küçük burjuva kesim ve aydınlarla, faşizmin yok ettiği burjuva demokrasisini savunan diğer burjuva kesimlerle en geniş ittifakı, cepheyi, antifaşist Halk Cephesi’ni kurma görevini koydu ve böyle bir halk cephesinin çekirdeğini işçi sınıfının eylem birliği ve antifaşist tek cephesi oluşturduğunu saptadı. Özellikle Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin en önemli nedenlerinden biri komünistlerle sosyaldemokratlar arasında işçi sınıfının eylem birliğinin, demokratik güçlerle birlikteliğinin oluşturulamamış olmasıydı. Faşizm aynı zamanda savaş demekti, en başta tek işçi sınıfı devleti Sovyetler Birliği’ne karşı saldırı ve savaş demekti. Komintern savaşa karşı çıkmayı, barışı savunmayı, bunun için Sovyetler Birliği ile bir barış cephesi oluşturulmasının gerekliliğini saptadı.
Antifaşist Cephe ve Anti-Hitler-Koalisyonu
Faşizmin iktidarda olduğu en büyük ülke Almanya idi. Hitler Almanya’da Yahudileri, komünistleri, sosyal demokratları ve burjuva demokratlarını temerküz kamplarına yığdı. Başta Yahudiler olmak üzere tüm muhalifleri sistematik olarak imha etmeye başladı. Önce 1939’da Polonya’ya, arkasından Batı Avrupa ülkelerine, sonra da 1941’de Sovyetlere savaş açtı. Bu koşullarda antifaşist cephe politikası dünyayı ateşe veren Hitler’e karşı yeni bir ittifak anlayışına yükseldi. Hitler faşizminden mağdur olan devletler de dâhil tüm güçler kendi aralarındaki her türlü görüş ve çıkar ayrılıklarını bir kenara bırakarak Hitler faşizmine karşı birlik olma gerekliliği ortaya çıktı. Antifaşist Cephe politikası Hitler’e karşı devletlerarası bir koalisyona yükseldi. Birbirine karşıt ve hasım olan iki dünya sisteminin, emperyalizmle sosyalizmin en güçlü temcilcileri olan ABD ve İngiltere ile Sovyetler birlikte Hitlere karşı bir cephe kurdular: Bu cephe Anti-Hitler-Koalisyonu olarak tarihe geçti. Zira dünya için, insanlık için, demokrasi ve özgürlükler için o an en büyük tehlike faşizmdi, Hitler faşizmiydi ve bunun mutlak yenilmesi, bertaraf edilmesi gerekiyordu. Bu insanlığın barbarlıktan kurtuluşu olacaktı.Bunun için sosyalist ülkenin faşist olmayan emperyalist ülkelerle işbirliği yapması gerekiyordu. Tek hedef faşizmi ininde boğmaktı. Ondan sonra her devlet, her politik güç kendi yoluna devam edebilir, birbirlerine karşı sınıfsal mücadelelerini sürdürebilirlerdi.
Kurulan bu Anti-Hitler-Koalisyonu hedefine ulaştı. Hitler faşizmi yenildi. İnsanlık Hitler faşizminden, barbarlığından kurtuldu. Bu faşizmin NSDAP (Ulusal Sosyalist İşçi Partisi) yöneticileri ve onları iktidara getiren Alman tekelci finans kapitalinin temsicileri Krupplar, Thyssenler Nürnberg mahkemelerinde yargılandılar, idama ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Tüm dünyada kısa da olsa, bir demokrasi ve özgürlük rüzgârı, Sovyet hayranlığı esti. Fransa, İtalya gibi Batı Avrupa ülkelerinde komünistlerin de katıldıkları Halk Cephesi hükümetleri oluşturuldu. Doğu Avrupa ülkelerinde halk demokrasileri kuruldu ve dünya sosyalist sitemi oluştu. İkinci Dünya Savaşında en büyük bedel ödeyen Sovyetler oldu, ama kazananı da Sovyetler, sosyalizm, demokrasi ve özgürlükler, barış ve insanlık oldu. Kısa süren bu hava bir müddet sonra soğuk savaşa dönüştü. Bu normaldi. Sosyalizmin ve kapitalizmin sürekli bir ittifak oluşturması, hep bir arada olması maddenin tabiatına aykırıydı. Ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi, emekle sermaye, sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadele tüm hızıyla bir başka düzeyde devam etti. Ama bu deney gösterdi ki, koşullar gerektirdiğinde ittifak kurması düşünülemeyecek güçler arasında da daha büyük bir tehlikeye karşı ittifak oluşturmaları bir zorunluk haline gelebilmektedier.
VII. Kongre kararları ve partinin ittifak çalışmaları
Komintern VII. Kongre kararlarını, partimiz TKP o günün zor koşullarına rağmen ülkemizde büyük bir başarıyla uyguladı. Reşat Fuat’ın, Suat Derviş’in çalışmaları sonunda Alman faşizmine karşı, Sovyet dostluğunu savunan bir hareket yaratıldı, basında, aydınlar arasında yoğun bir çalışma yüürütüldü. Ülkede özellikle CHP içinde Alman faşist taraftarları ve Turancılar deşifre edildi. Onların ülkeyi sürükledikleri faşizm tehlikesini gösteren Reşat Fuat’ın “Büyük Tehlike” ve Sovyet dostluğunun önemini anlatan Suat Derviş’in “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum” broşürleri antifaşist mücadeleye ivme kattı. Burada Sertellerin basındaki faaliyetleri de çok etkili oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonunda düyada esen demokrasi ve özgürlük rüzgârı kısa bir süre için Türkiye’ye de geldi. CHP’den ayrılan ve yeni bir parti kurmak için çalışan Bayar ve Menderes de bir süre bu antifaşist güçlerle birlikte hareket etti. Ama onlar CHP’nin antifaşistlere saldırısını görünce geri çekildiler. 1950’de iktidara gelince de 1951-52 tevkifatıyla ilk saldırıyı komünistlere yaptılar. Kore’ye asker gönderilmesine ve NATO’ya girilmesine karşı güçlü bir barış hareketi, cephesi yaratan barış güçlerine saldırdılar. Komünistler burjuva partileri temsilcileriyle kurulacak ittifakların kısa süreli olduğunu, ortak tehlike bertaraf edildikten sonra sınıf savaşının tüm şiddetiyle devam edeceğini bilirler. Ama daha büyük yaşamsal tehlikeleri önlemek için bu cephleri oluşturmak bir yasallıktır.
İşçi sınıfının eylem birliği olmadan ittifaklar başarıya ulaşamazlar
1950’li yılların sonuna doğru halk arasında, aydın ve gençlik kesiminde Bayar-Menderes rejiminin antidemokratik baskı ve uygulamalarına karşı yükselen tepki komünistlerin hapiste, işçi sınıfının zayıf olması nedeniyle rejimi devirecek köklü demokratik dönüşümleri sağlayacak bir harekete dönüşemedi. Halkın tepkisini kullanan ordu içindeki ulusalcı, Kemalist, faşist karması bir subay gubu CHP’nin de desteği ile 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirdiği bir darbe ile Bayar-Menderes rejimine son verdiler. Komünistlere, Kürtlere karşı baskı ve yasak devam etti. Halktaki demokrasi ve özgürlük beklentisini karşılamak için liberal ve ulusalcı Kemalist aydınlara yaptırttıkları anayasa ile kâğıt üzerinde olsa da bazı burjuva demokratik hak ve özgürlükleri tanımak zorunda kaldılar.
Bu kısıtlı ortama rağmen güçlü bir sosyalist işçi ve devrimci sendikal hareket oluştu. Türkiye İşçi Partisi TİP ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK kuruldu. Dünyadaki 1968 Hareketine ve işçi sınıfının güçlenen mücadelelerine paralel olarak gençler ve aydınlar arasında güçlü bir antiemperyalist devrimci gençlik hareketi ortaya çıktı. Bu gelişmelerle birlikte yeniden toparlanan Kürt ulusal devrimci demokrat harketi de devrimci işçi sınıfı ve gençlik hareketi içinde yer almaya başladı. CHP içinden sol Kemalist geniş bir aydın kesimi de işçi ve devrimci gençlik hareketinin yanında saf tutmaya başladı. Bu gelişme CHP içindeki ulusal burjuvazinin sağcı, Kemalist, Atatürkçü kesimlerini nötralize etti. Onların Amerikancı işbirlikçi komprador burjuvaziyle birlikteliğini engelledi. Ülkede ABD emperyalizmine, NATO’ya, 6. Filo’ya ve onların işbirlikçisi Demirel iktidarına karşı güçlü bir devrimci hareket oluştu. Devrimciler, sosyalistler ve komünistlerin önünde duran görev bu hareketi ülkede köklü demokratik dönüşümleri gerçekleştirmek için ABD ve Demirel’e karşı bir antiemperyalist demokrasi cephesine dönüştürmekti. Maalesef bu mümkün olmadı. Olamadı, çünkü devrimci işçi ve gençlik hareketi bölünmüştü, onların eylem birliği baltalanmıştı.
İşçi sınıfının eylem birliği bozguncu güçlere karşı ardıcıl savaşı gerektirir
İşçi sınıfının ve devrimci gençlerin birliğini baltalayanlar TKP’nin zayıf konumundan yararlanan sekterler ve döneklerdi. Onların “icat” ettikleri “devrim stratejileri” idi. Behice Boran yönetimindeki TİP Sosyalist Devrim (SD) stratejisini, Mihri Belli ve Kıvılcımlı etkisindeki gençlik Milli Demokratik Devrim (MDD) stratejisini öne sürmeye ve savunmaya başladılar. Boran’ın sekter, Mihri ve Kıvılcımlı’nın likidatör, bozguncu, dönek Kemalist tutumu devrimci işçi ve gençlik hareketini politik, ideolojik ve örgütsel olarak böldü. Bu parçalanmışlık bir kez daha gösterdi ki, faşizme ve emperyalizme karşı demokrasi ve özgürlük için ulusal burjuva kesimlerine kadar en geniş güçlerin katılacağı bir ittifakın kurulabilmesi için işçi sınıfının, devrimci güçlerin eylem birliği içinde olmaları şarttır. Aksi takdirde gerici güçler devrimci güçleri boğar. Nitekim de öyle oldu. İşbirlikçi burjuvazinin ve CHP içindeki sağ kanadın da desteği ile 12 Mart 1971’de ordudaki gerici paşalar bir darbe yaptılar, devrimci işçi ve gençlik hareketini boğmaya giriştiler. Mihri ve Kıvılcımlı bu ihanetlerini işlerken kendilerini “Eski Tüfek” TKP’li olarak göstermeye kalktılar. Bunun üzerine parti onların bir kez daha partiden atıldıklarını, bozguncu ve likidatör, küçük burjua Kemalist dönekler olduklarını ilân etti.
1971 darbesinin sonuçları çok ağır oldu. Cunta Denizleri astı, Çayanları Kızıldere’de, Cemgilleri Nurhak dağlarında katletti. Bu katliamlarla Türkiye devrim hareketi Suphilerden sonra bir kez daha en yiğit, en bilinçli, en savaşkan, en örgütçü ve devrimci kadrolarını kaybetti. Ama işçi sınıfı da devrimci gençlik hareketi de 70’li yılların ortasına doğru hızla toplandı. Partimiz TKP gerçekleştirdiği 1973 atılımıyla işçi sınıfı içinde, sendikalarda, gençlik, kadın, aydınlar arasında, Kürt halkı içinde hızla örgütlenmeye başladı.
70’li yıllarda partinin yükselişi ve gerçekleştirilemeyen ittifak
70’li yıllarda TKP’nın işçi sınıfı ve emekçi halk arasında örgütlenmesi devrimci mücadeleye büyük bir hız kazandırdı. DİSK’in örgütlediği 1976 ve 1977 dev 1 Mayıs mitinglerinin yapılmasında parti etkin bir rol aldı. İşçi sınıfı tüm devrimci güçlerin çekim merkezi oldu. İsçi sınıfı da onları gerici işbirlikçi burjuvazinin, onun faşist, cihatçı militanlarının saldırılarına karşı korudu ve savundu. “Yolumuz işçi sınıfının yoludur” belgisi bu mücadeleler içinde doğdu. TKP’nin bu dönem mücadele hedefi “ileri demokrası” idi. Bu demokraside, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınların etkinliği artacak, demokratik hak ve özgürlükler en geniş şekilde sağlanacak, işçi sınıfı emekçi yığınlarla birlikte sosyalizm için mücadelesini geliştirecek, Kürt halkı özgürce kendi kaderini belirleyecek, ülkede ve dünyada barış korunacak, ülkenin kalkınması sağlanacaktı. İleri demokrasi DİSK’ten Ecevit CHP’sine kadar geniş bir politik yelpaze tarafından benimsendi, onun etrafında zımni bir ittifak oluştu. 70’li yıllarda Ecevit CHP’sinin seçim başarıları, “anti-Amerikancı” tavır ve tutumları bu ittifak sayesinde gerçekleşmiştir.
Ülkede gelişen bu devrimci yükselişe karşı ABD, NATO ve onların işbirlikçileri burjuvazi de boş durmadı. Milliyetçi Cephe’yi oluşturdular. Milliyetçi Cephe Amerikancı Demirel’in AP’si, faşist Türkeş’in MHP’si, islamist Erbakan’ın MSP’si ve diğer gerici güç ve partilerin ilerici, demokratik ve devrimci güçleri, sosyalist ve komünistleri durdurmak için çatıştırdıkları bir cepheydi. Bunlar bir kaç kez ortak hükümet kurdular, ama halk yığınlarının tepkisi karşısında erken seçime gitmek veya çekilmek zorunda kaldılar. Bunların karşısındaki Ecevit hükümeti de bir kaç kez erken seçime gitmek veya hükümetten çekilmek zorunda kaldı. Ülkede ilericilerle gericiler, devrimcilerle Amerikancılar arasında bir pat durumu yaşanıyordu. Yaratılan anarşi ortamında binlerce devrimci yaşamını kaybetti, ülke ekonomisi İMF’nin kıskacında “70 cente muhtaç” duruma düştü. Yokluk ve yoksulluk karşısında halkın tepkisi her gün artıyordu. Sorulan tek soru “Çıkış yolu nedir” idi. Bir devrimci dönüşüm için güçler dengesi daha oluşmamıştı. Yığınları kazanmak için daha çok çalışmak gerekiyordu. Diğer taraf da boş durmuyordu. ABD ve NATO ve onların işbirlikçilerinin Sovyetlerin dibinde devrimci bir yükselişe müsaade etmeyecekleri ortadaydı ve onlar orduyu faşizan bir darbe için hazırlıyorlardı. Bir darbenin gelmekte olduğunu herkes görüyordu. Faşizan darbeyi önlemek önde duran en acil görevdi. Olaylar ve gelişmelerin bugüne benzer çok yanları vardır.
Bu koşullarda sol ve devrimci güçler ne yapmalıydı? Yapılacak şey işçi ve emekçi yığınlar arasında daha çok çalışarak onların desteğini kazanmak, eylemliliklerini arttırmak, tüm örgütlü sol, ilerici, demokratik devrimci güçlerle daha geniş bir ittifak yaratmaktı. Önce işçi sınıfının birliğini gerçekleştirmek, küçük burjuva devrimci demokratik güçlerle bir antifaşist cepheyi oluşturmak, sonra da ulusal burjuvazinin demokratik kesimleriyle en geniş ittifakı kurmaktı. Geliyorum diyen faşizm karşısında ise sol ve demokratik güçler darmadağınık idi. TİP, TSİP ve TKP içindeki Partizan grubunun sekter, rekabetçi tutumları nedeniyle işçi sınıfının gelmekte olan faşizan darbeye karşı devrimci birliği oluşamadı. Bu olmayınca Dev-Yol’a varıncaya kadar diğer küçük burjuva devrimci demokrat kesimlerle bir antifaşist cephe gerçekleşemedi. Burada Ecevit CHP’sinin sağ oportünist tutumu da etkili oldu ve onlar komünistlerin de içinde olduğu bir ittifaka zaten mesafeli duruyorlardı. Ama CHP içinde geniş bir cephenin kurulması gerekliliğini gören sol demokrat bir kesim de vardı. İşçi sınıfının eylem birliğinin ve antifaşist bir cephenin oluşmaması onların da geri çekilmesine neden oldu. Bu dağınık ortamdan bir şey çıkmayacağını gören Kürt devrimcileri de kendi örgütlerini kurma yoluna gittiler, PKK’yı kurdular. Türk devletinin Kürt halkına uyguladığı zulme, inkâr ve imha politikasına karşı kendi mücadele yöntemlerini, politik ve silahlı savaş biçimlerini geliştirmeye başladılar.
1980 darbesi, ezilen devrimci hareket, yükselen Kürt Özgürlük Hareketi
1980’ne girerken ülkede artan ekonomik ve politik gerilim, partilerin uzlaşamayıp parlamentonun kilitlenmesi, çalışamaz duruma gelmesi, ABD’nin ve İMF’nin Türkiye’ye devletçilikten, ithal ikamesi politikadan neoliberal politikaya geçme dayatması ve NATO’nun Türkiye’yi antikomünist Yeşil Kuşak Projesine sokmaya zorlaması ve buna karşı işçi sınıfının ve devrimci demokratik güçlerin ardıcıl direnişleri ABD’de, NATO’da, ordu içinde soruları arttırmaya, “huzursuzluklar” yaratmaya başladı. Onlar ordunun bir darbe yapması için düğmeye bastılar. 3 Ocak 1980 Muhtırası ile ordu açıkça harekete geçirildi. Bu durumda işçi sınıfının ve devrimci güçlerin tüm örgütleri aralarındaki ayrılıkları “saklı tutup” gelmekte olan faşizan darbeye karşı bir antifaşist birliktelik yaratması, burjuvazinin liberal, demokrat kesimlerini de kapsayan bir cephenin oluşturulması için harekete geçmesi gerekiyordu. Bunun başarılamaması Amerikancı, NATO’cu işbirlikçi güçleri daha güçlü konumlara getirdi ve onların orduyu harekete geçirmesini kolaylaştırdı. En azından engellenmesi mümkün olabilecek olan bir darbe engellenemedi. 12 Eylül 1980’de ordu iktidara el koydu ve Türkiye’nin bugüne kadar süren karanlık bir döneme girmesine neden oldu.
12 Eylül Darbesi devrimci güçler üzerinden silindir gibi geçti. Birçoğu tutuklandı, idam veya ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Canını kurtarabilen yurt dışına kaçtı. Ülkenin üstüne bir ölü toprağı serildi. Bir süre sonra gerici güçler, İslamistler, faşistler, mafya babaları yeniden örgütlenmeye başladılar. Sol ve devrimci güçlerin toparlanması, toplumdaki eski etken konumunu alması bugüne kadar gerçekleştirilemeyen bir süreç olmuştur. Darbenin etkileri hâlâ sürmektedir. Reel sosyalizmin yıkılması, Sovyetlerin dağılması, komünist hareketin zayıflaması, işçi sınıfı örgütlerinin yeniden toparlanmasını önlemiş, dağınıklığın bugünlere kadar sürmesine neden olmuştur.
12 Eylül zulmüne karşı direnen, varlığını güçlenerek sürdüren PKK önderliğindeki Kürt Özgürlük Harketi olmuştur. Diyarbakır hapishanesindeki tüm baskılara, faşist teröre karşı direnerek, şehitler vererek, 1984 senesinde silahlı savaşı başlatarak Türkiye’deki devrimci demokrat mücadelenin odağına oturmuştur. Diyarbakır hapishanelerinde verilen şehitlerle bir kez daha Kürt ve Türk devrimcileri en yiğit, en bilinçli, en örgütçü kadrolarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. Ama Öcalan ve diğer önderlerle mücadeleyi devam ettirmişlerdir. Artık bugün Kürt Özgürlük Hareketini hesaba katmadan Türkiye’de “saf” bir sınıf ve demokrasi mücadelesini yürütmek zordur. Çünkü Kürt halkının isyanı Türkiye’nin için için kanayan iki temel sorununu gündeme getirmiştir. Birincisi Kürt halkı özgür olmadan Türk halkının özgür olamayacağı ve Türkiye’nin demokratikleşemeyeceği sorunudur. Türk egemen güçleri Kürt halkını baskı altında tuttuğu sürece Türk halkını da esir alacak ve onu sürekli Kürtlerin üstüne kışkırtacaktır. Bu onun egemenliğini ve ceberrut iktidarını sürdürme yoludur. Bugün Erdoğan’ın yaptığı da budur. Kürtlere saldırmakta, savaş açmakta, Türklere de baskı ve terör uygulamakta ve böylece iktidarda kalmaktadır. Demokrasi ve Kürt sorunu bu nedenle birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
İkincisi bu Kürt isyanıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan Osmanlı’dan arta kalan topraklardaki halklardan zorla, asimilasyonla, inkâr ve imha ile bir Türk milleti ve ülkesi yaratma projesi kesinkes iflas etmiştir. Şimdi Kürt ve Türk sol ve devrimci demokratik güçlerinin önünde duran görev Türkiye Cumhuriyeti’ni eşitlik, özgürlük, özerklik ve demokrasi temelinde Suphilerin “özgür halkların özgür ittihadi” anlayışıyla yeniden inşa etmektir. Bu gerçekleştirilmeden Türkiye’de, bölgede ne barış, ne de demokrasi olur. Kürt Özgürlük Hareketi hemen hemen 40 yıldır ceberrut Türk devletine karşı bu savaşı vermektedir. Bunun için binlerce şehit verdi. Artık bu savaşa Türklerin de aktif olarak katılması gerekmektedir. Bunun ilk adımları HDP ile birlikte gerici İslamist-faşizan AKP-MHP iktidarına, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı verilmektedir. Şimdi bu güçlerin önünde Erdoğan’ı devirip demokrasinin önünü açmak için bu mücadeleyi bir üst düzeye yükseltme görevi durmaktadır.
İşçi sınıfının eylem birliğine karşı partilerin oportünist birliğini savunan Partizan grubu
80’lı yıllarda da faşizan askeri diktatörlüğe ve onun çatıştırttığı ve yolunu açtığı neoliberal Amerikancı, NATO’cu hükümetlere karşı demokrasi ve özgürlüklerin kazanılması için mücadele verilmesi, bunun için de işçi sınıfının eylem birliği ve demokratik güçlerin cephesinin kurulması gerekiyordu. Maalesef bu yine başarılamadı. Burada partimizdeki Nabi Yağcı ve ekibinin, partizan grubunun işçi sınıfının eylem birliği politikasına karşı çıkmaları önemli rol oynadı. Onlar işçi sınıfının eylem birliği yerine TKP’nin TİP, TSİP, diğer işçi sınıfı partileri, DEV-YOL’a varıncaya kadar bir dizi küçük burjuva Kemalist sol partilerle birliğini savundular, TBKP’den ÖDP’ye giden yolda ideolojik ve örgütsel bir likidasyona girdiler, Marksizm-Leninizmi terk edip işçi hareketini Kemalizmin kuyruğuna takmaya yeltendiler, Kürt Özgürlük Hareketi’nin, PKK’nın mücadelesini ignore ettiler. Bu tutum Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik içeriğinin bir kez daha görülmemesini getirdi, demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasında Kürt ve Türk demokratik devrimci güçlerinin birlikteliğinin zorunluluğu anlayışını baltaladı.
Bu likidasyon ortamından, ideolojik, politik, örgütsel dağınıklıktan yararlanan egemen güçler işçi sınıfını ve emekçi halk yığınlarını şaşırtmak, Kürt ve Türk devrimci demokratik güçlerin ittifakını engellemek için, TKP üzerindeki yasağın hâlâ sürmesine ve TBKP’yi kapatmaya çalışmasına rağmen kendisine SİP diyen, Troçkist, sosyalist, komünist geçinen küçük burjuva sol Kemalist güçlere “TKP” diye bir parti kurdurttu. Sahte, ama resmi, Kemalist devlet yanlısı olan bu “TKP”’yi kısa zamanda güçlendirdi, ortalığa saldı, legalizm batağında likidasyonu sürdürdü. Devrimci gençler arasında Kemalizmin yayılmasını güçlendirdi. Kürtlerle Türklerin ortak bir savaş birliği oluşturmamaları için ülkede gerginliği ve kutuplaşmayı derinleştirdi. Bugün de Nabi Yağcı ve Ahmet Kardam yayınlarıyla hâlâ bu legalizmi, Kemalist likidasyon bataklığını sürdürmekte diretenlerdendir.
Bugün koşullar Erdoğan’ın faşizan rejimine son vermek için çok elverişli, ama…
Bugün de işçi sınıfı ve emekçi yığınların, sol demokratik devrimci güçlerin önünde 2002 senesinde iktidara gelen ve ülkede gerici, islami-faşizan bir diktatörlük kurmaya, tek adam rejimini oturtmaya çalışan Erdoğan’a karşı bir ittifak sorunu durmaktadır. Bu ittifak sorunu tarihinde görülmemiş ölçüde Türkiye’nin geleceği için hayati bir konuma yükselmekte, ama bir o kadar da oluşturulması zorluklarla dolu bir hal almaktadır. Erdoğan ülkeyi ekonomik, politik, sosyal, kültürel bir uçuruma sürüklemektedir. Halk yığınları acilen bir müdahale beklemektedir. Ülke ekonomisi çökmüş, dış ve iç yatırımlar durmuş, Hazine kurutulmuş, Türkiye yeniden “70 cente muhtaç” duruma düşürülmüş, son çare olarak da ülkenin tüm yeratı ve yerüstü zenginlik kaynakları talan ve yağma edilmeye başlanmıştır. Bundan 20 sene önce, iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarına 3Y ile, “yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar”la mücadele edeceğiz, Türkiye’yi “uçuracağız” diyen AKP ve Erdoğan bugün bunların tam tersini yapmaktadır. Ülkede yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar diz boyu ve can yakmaktadır.
Halk yoksulluk altında ezilmektedir; işsizlik, pahalılık, enflasyon artmakta, suya, elektriğe, gaza zamlar ardarda gelmektedir. Ücretler ise düşük, asgari ücret açlık ve yoksulluk sınırının altında. Asgari ücret 2 bin 825 lira iken, açlık sınırı 2 bin 865 lira, yoksulluk sınırı 9 bin 332 liradır. Emekçiler geçinemiyor. Emeklilerin durumu daha vahim! Korona pandemisiyle birlikte halkın gelir durumu daha da kötüleşti. Halk pazarda fiatların el ve cep yakmasından feryat ediyor. Buna bir de Kürtlere karşı yürütülen savaşın yükü bindi. Savaş giderleri halkı daha da fakirleştirdi. Erdoğan ve sarayı, çevresi ise para, dolar içinde yüzüyor. Yolsuzlukların haddi hesabı yok. Erdoğan cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş, yaşanmamış yolsuzluklara imza atmaktadır. Kara para aklaması, sıfırlanamayan, ayakkabı kutularında saklanan dolarlar, mafya işi kokain-uyuşturucu kaçakcılığı, ihale yüzdeciliği, devlet bankalarını, Merkez Bakasını, Hazineyi soyma, bir gecede Merkez Bankasının 128 milyar dolarını buharlaştırma, sarayda israfa doymama, memurlarına devlet kurumlarından 3-5 maaş bağlatma, 5’li inşaat çetesine hazine garantili ihaleler verme Erdoğan dönemindeki yolsuzluklardan sadece bir kaçı! Halk fakirleşirken açlıktan, yokluktan, işsizlikten kıvranırken, Kürtlere sürekli saldırılırken, demokrasi, özgürlükler rafa kaldırılırken, laiklik çiğnenirken, dini inanç, kültür ve yaşam tarzına müdahale, kadına ve doğaya tecavüz edilirken, Erdoğan ailesi ve çevresi sürekli zenginleşiyor, saraylarda lüks bir yaşam ve saltanat sürdürüyor. Artık millet Erdoğan’a “yakamdan düş” diyor. Halk yığınları Erdoğan’ın ve AKP’nin, ortağı MHP’nin gerçek yüzünü görmeye çoktan başlamıştır. Başta Erdoğan olmak üzere her gün onların yağma ve talanlarına, yalan ve yolsuzluklarına, takiyyelerine şahit olmaktadır.
Bunlar gösteriyor ki, artık Erdoğan’ın tek adam rejimine son vermek için koşullar bugün her zamankinden çok daha elverişlidir. Şu an Erdoğan politik yaşamının en zayıf anını yaşamaktadır. Ama bunlar asla Erdoğan’ın kendiliğinden gideceği anlamına gelmez. Erdoğan hâlâ sarayında oturabilmektedir. Ona yolu gösterecek bir güç ve örgütlülük gerekmektedir. Sorun bu güç ve örgütlülüğü yaratmaktır. Kamuoyunda ekonomik politik, sosyal, sınıfsal, ulusal, demokrasi ve laiklik alanında farklı farklı nedenlerden Erdoğan’a karşı gelen tüm güçlerin birleşmesi için bir beklenti yükselmektedir. Her gün Erdoğan’ın iktidardan nasıl düşürüleceği, O’nun kurmaya çalıştığı İslami-faşizan tek adam rejiminin nasıl sonlandırılacağı, bir erken seçimin nasıl gerçekleşteceği ve böyle bir seçimde O’nun nasıl mağlup edileceği kamuoyunda sürekli tartışılmaktadır. Bunun için acilen Erdoğan karşıtı tüm güçlerin bir cephesinin sağlanması vurgulanmaktadır.
Erdoğan’ın seçimsiz iktidarda kalma plânlarını bozmak gerekiyor
Erdoğan’ın İslami-faşizan rejiminin sonunun yaklaştığını gösteren bir başka olguda kamu yoklamalarıdır. Bunlara göre Erdoğan ve partisi AKP’nin, ortağı MHP ve kurdukları Cumhur İttifakı’nın tabanı sürekli erimekte, seçmen kitlesi onlara sırtını çevirmektedir. Kamu yoklamalarına göre AKP’nin oy oranı % 30’un, MHP’nin de % 10’un altına düşmüştür. Bu nedenle seçim barajını % 10’dan % 7’e çekmeyi, seçim kanununu da kendilerinin seçimi kazanacağı şekilde değiştirmeyi plânlamaktadırlar. Eskiden Kürtleri, sol ve demokratik güçleri TBMM’ye sokmamak için koydukları %10 baraj HDP tarafından yıkılınca, şimdi oy kaybeden MHP’yi Meclis’e sokmak için barajı % 7 ve 5’lere indirmeye kalkışmaktadırlar. Ama nafile! Bu baraj ve yasa değiştirme oyunlarının onlara bir faydası olmayacaktır. Metropol Araştırma şirketinin Ağustos 2021 anketine göre ilk kez Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını onaylayanların oranı % 40’ın altına, onaylamayanların oranı % 50’nin üstüne çıkmıştır. Erdoğan’ı devirmek için objektif koşullar bu derece olgunlaşmıştır. Şimdi geliştirilmesi gereken sübjektif koşullardır
Artık Erdoğan için bir seçim yapıp iktidarda kalmayı sağlamak bir hayal olmaktadır. Seçim denince O’na kâbuslar basmaktadır. Artık Erdoğan bu koşullarda daha şimdiden yasaklara, baskı ve şiddete sarılarak seçimsiz iktidarda kalma yollarını aramaktadır. Bunun için O, yıllardan beri demokrasiyi, özgürlükleri, güçler ayrılığını rafa kaldırmakta, yargı ve bürokrasiyi, polis ve orduyu tamamen kendisine bağlamakta, basını susturmakta, kendisine rakip olacak ve eleştirecek aydınları, politikacıları hapse atmakta, gerici, İslami-faşizan bir rejim kurmak için hızla ilerlemektedir. Bunu gerçekleştirmek için de içte ve dışta savaş yürütmekte, komşulara ve sürekli Kürtlere saldırmaktadır. Yalnız Türkiye’deki değil Başur ve Rojova’daki Kürtlere de saldırarak toplumu kutuplaştırmakta, milliyetçiliği ve şovenizmi körüklemekte, böylece sol ve demokratik güçlerin bir cephede birleşmesini baltalamakta, yarattığı “ülke bölünecek” travmasıyla Kemalist sol ve demokratik güçleri kendi çevresinde toparlamayı başarmaktadır. Savaş ve Kürtlere saldırmak O’na iktidarı garantileyen biricik yoldur. O şimdiye kadar bu yolu “ustalıkla” kullandı. Şimdi onun elinden bu olanakları almak sol ve demokratik güçlerin önünde duran görevdir. Bu başarıldığı an seçimli veya seçimsiz Erdoğan’ın sonu gözükmüş olacaktır.
Türkiye’de antifaşist bir cephe kurmanın zorlukları
Türkiye’deki rejime faşist demekten çok faşizan demek daha doğrudur. Faşizm “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en çok emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür.” Sınıfsal olarak gelişmiş kapitalist, emperyalist ülkelerde ortaya çıkan bu durum Türkiye gibi kapitalizmin tekelleşmekte ve emperyalistleşmekte olan orta gelişmişlikteki bir ülkede tekelleşmenin önünü açan Bonapartist bir diktatörlük şeklinde ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül darbesi neoliberal politikaların uygulanmasının önünü açarak işbirlikçi tekelleri güçlendirdi. Erdoğan ve AKP iktidarı devlet hazinesinin talanıyla hem kendi aile şirketlerini hem de 5’li inşaat çetesini güçlendirdi ve “tekelleştirdi.” Bunu yaparken Erdoğan iktidarı faşizmin en önemli karakteristiklerinden biri olan “açık terörist diktatörlüğe” sarıldı. Bu “açık terörist diktatörlük” sayesinde onların bir kısmını zenginleştirdi, bir kısmını da tekelleşmeye ve finans kapitale yükseltmeye çalışıyor. Ayrıca bu diktatörlüklerin yığın tabanı gelişmiş kapitalist ülkelerdeki faşist diktatörlüklerin yığın tabanından da farklıdır. Bu taban gelişmiş kapitalist ülkelerde tekelci sömürü sonunda yoksullaşan işçi ve burjuvazinin orta katmanlarıyken, Türkiye’de yoksullaşan kırsal kesimler ve oradan şehirlere göç edenler, klerikal çevrelerdir. Bunlardan dolayı faşizan bir rejim demek daha doğru olur. Kaldı ki Erdoğan “açık terörist diktatörlüğünü” tam olarak kurabilmiş de değildir. Kurmakta büyük mesafe katetmiştir, ama yerleştirememiştir. Hâlâ muhalefet, sol ve demokratik güçler küçümsenmeyecek hareket alanlarına sahiptirler. Bu nedenle O’nun faşizan bir rejim kurmasını önlemek, hatta O’nun iktidarına son vermek mümkündür. Bu da Erdoğan karşıtı muhalefetin ve tüm sol ve demokratik güçlerin ortak hareket ve ittifakını gerektirmektedir. Bu ise söylendiği kadar kolay gözükmüyor.
Bugün ülkede biri iktidardaki AKP ve MHP’nin başını çektği Cumhur İttifakı, diğeri de muhalefetteki CHP ie İYİ Parti’nin başını çektiği Millet İttifakı olmak üzere iki ittifak vardır. Bunun dışında HDP ve sol, devrimci, demokratik güçlerden fiilen oluşan adı konmamış üçüncü bir blok bulunmaktadır. Anketlere göre şu an Cumhur ve Millet İttifakı % 40 bandının civarında eşit konumdadırlar. Bunlar tek başlarına ne cumhurbaşkanı çıkarabilmekteler ne de parlamentoda çoğunluğu sağlayabilmektedirler. Bunların özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP’nin 3. Blokun desteğine ihtiyaçları vardır. HDP kilit parti konumundadır. Kim ki Türkiye’de iktidar olmak veya iktidarda kalmak ister HDP’nin desteğini kazanmak zorundadır. Burada Cumhur ve Millet İttifakı HDP’nin desteğini ve oylarını alabilmek için HDP’ye karşı farklı politikalar ve tutumlar sergilemektedirler. Cumhur İttifakı HDP’yi kapatarak, seçime sokmayarak onun Kürt oylarının üstüne oturmayı plânlamaktadır. HDP ve demokratik güçler Erdoğan’ın başının altından çıkan bu planı dumura uğratacaklar ve HDP’den, Kürtlerden Cumhur İttifakı’na, Erdoğan’a tek oyun gitmemesi için çalışacaklardır. Burada Kürtlere savaş açan, başta Demirtaş ve Kavala olmak üzere HDP’lileri ve demokratik güçleri hapse atan, demokrasi ve özgürlük düşmanı Erdoğan’a oy yok! kampanyası yükseltilmelidir.
HDP ile ittifaktan korkan Millet İttifakı Erdoğan’ı iktidarda tutar
Millet İttifakı ise 31 Mart ve 23 Haziran 2019 Yerel Seçimlerinde olduğu gibi “sessiz sedasız” HDP’nin Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayını desteklemesini düşünmektedir. Bu düşünce ise yanlıştır. Çünkü yerel seçimlerle genel seçimlerin politik hedefleri farklıdır. Yerel seçimlerde politik hedef Erdoğan’a bir ders vermek ve O’na kaybedebileceğini ve yara alabileceğini göstermekti. Büyükşehir belediye başkanlıkları kazanılarak O’na gereken ders verildi. Ama şimdi söz konusu olan Erdoğan’ın ta kendisi ve iktidarıdır. Şimdi politik hedef genel bir seçimle, seçime gitmezse seçimsiz O’nu iktidardan düşürmek, kurmak istediği gerici, İslamı-faşist tek adam rejimini önlemek ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açmaktır. Bu hedefler Millet İttifakının HDP ve diğer sol ve demokratik güçlerle daha üst düzeyde bir birlikteliğini gerektirir. Ama CHP’si ve İYİ Partisi ile Millet İttifakı HDP ile herhangi bir birlikteliğe yanaşmamaktadır. Zira onlar HDP ile girilecek bir diyaloğu Erdoğan’ın kamuoyunda PKK ve teröristlerle, bölücülerle işbirliği olarak gösterip bir karşı kampanya açmasından, tabandaki ulusal oyların kaybedilmesinden korkmaktadırlar. Korkunun ecele faydası yoktur. Bunun panzehiri, onlarn Erdoğan’ın söylediklerine aldırmadan, daha bugünden tabanlarına Türkiye’nin bir Kürt sorunu olduğunu, bu sorunun altında devletin Kürtlere karşı uyguladığı inkâr ve imha politikası bulunduğunu, Kürtlerin bu nedenle isyan ettiğini, gençlerin dağa çıktığını anlatmalarıdır. Kürt sorunu çözülmeden, kirli savaş durdurtulmadan Erdoğan’ın iktidardan düşürülemeyeceğini, Türkiye’nin demokratikleşemeyeceğini, sınıf savaşının gelişemeyeceğini geniş yığınlara göstermektir. Bu yapılırsa kaybedenin Cumhur, kazananın Millet İttifakı olduğu ortaya çıkacaktır.
Ama hem CHP hem İYİ parti böyle bir yaklaşım ve anlayıştan uzaktır. Çünkü onlar kendilerini devlet partisi, hele CHP kendisini devletin kurucu partisi olarak görmekte, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” sonuna kadar savunacaklarını ilân etmektedirler. Bu Türk milliyetçiliğinin ideolojisi olan Kemalizm’in içeriğidir. Osmanlıdan arta kalan topraklardaki halklardan zorla asimilasyonla bir Türk milleti ve ülkesi yaratma politikasıdır. CHP’liler ve milliyetçiler asimilasyondan vazgeçerek Kürtlere tanınacak bir politik statüyle ülkenin ve milletin bölüneceğine inanırlar. Onun için onlar açıkça “bayrak ve vatanla sorunu olan” biriyle birlikte olamayacaklarını söylemektedirler. Onlar bu tutumlarıyla bilerek Erdoğan’ın iktidarda kalmasını sesizce desteklediklerinin farkındadırlar. Onlar için söz konusu devlet olunca gerisi “teferruattır.” Bunu bilen Erdoğan onları sürekli HDP’ye, Kürt Özgürlük Hareketine karşı cephe almaya zorlamakta, Kürtlere karşı savaş tezkerelerini onaylatmaktadır. Yarın Millet İttifakı şu veya bu şekilde iktidara gelse bile Kürtlere karşı aynı baskı politikasını başka şekilde yürütecekler, ama Kürt realitesini de bir başka düzeyde tartışmak zorunda kalacaklardır. Fakat iktidara gelebilmek için Erdoğan’ı devirmeleri gerekmektedir. Kürtlerin, HDP’nin desteği olmadan da Erdoğan’ı devirmek mümkün değildir. Erdoğan’ı devirmeden de Kürt sorununun çözümü, savaşın sonlandırılıp barışın sağlanması, Türkiye’nin demokratikleşmesi, halkın refahı, ülkenin kalkınması yönünde bir adım atması olanaksızdır. O zaman bu dilemmadan nasıl çıkılacaktır. Nasıl bir çözüm bulmak gerekecektir.
Erdoğan’a faşist deniyorsa faşizme karşı koşulsuz birliktelik şarttır
Bu sorunun çözümü Erdoğan’ın faşist veya faşizan olarak nitelendirilmesinde yatmaktadır. Eğer Erdoğan faşist olarak nitelendiriliyorsa, O’nun İslami-faşizan bir rejim kurmak için çalıştığı tespiti yapılıyorsa, o zaman gelmekte olan bu faşist rejime ve bu rejimi kurmakta olan Erdoğan’a karşı birleşmek tüm çalışmaların, hedeflerin, programların önüne geçer. Bu onların kendi hedef ve programlarından asla vazgeçmeleri anlamına gelmez. Tam tersine en demokratik olan kendi hedef ve programlarını daha güçlü olarak savunmalarını gerektirir. Onlar bir yandan Kürt sorununun barışçıl çözümünü, Türkiye halklarının barış içinde birlikte yaşayacakları “hür halkların hür ittihadına” dayalı demokratik bir cumhuriyetin zorunluluğunu yığınlar içinde yaymaya devam edecekler, diğer yandan da yığınları sürekli Erdoğan’a İslamist-faşizan rejimine karşı eylemlere kazanmaya ve harekete geçirmeye çalışacaklardır. Harekete geçen yığınlar kimseye sormadan Erdoğan sonrası düzen için taleplerini yükseltmeye başlar. Bu nedenle tüm Erdoğan karşıtı güçlerin açık veya zımnen antifaşist bir cephede veya sırf Erdoğan karşıtı bir cephede birleşmeleri günün antifaşist politik aklının emridir. Bu akıl bir genel seçim öncesinde Erdoğan karşıtı bir cumhurbaşkanı adayının “şartsız ve koşulsuz” desteklenmesini de içerir. Kürt ve Türk sol ve demokratik güçler böyle bir deklarasyonu vakit geçirmeden yapmalılar ve yığınlar arasında Erdoğan’ı devirmek için hemen çalışmalara başlamalıdırlar.Böyle bir tutum Erdoğan’ın düşürülmesi için ülkede esecek olan güçlü bir havanın yaratılmasını sağlayacaktır.
Erdoğan karşıtı cumhurbaşkanı adayına böyle bir destek deklerasyonu Erdoğan kampını demoralize edecek ve sol demokratik güçlerin yığınlar içindeki konumunu güçlendirecek ve çalışma koşullarını kolaylaştıracaktır. Burada önemli olan Erdoğan’ın devrilmesidir. Nasıl Anti-Hitler Koalisyonu Hitler faşizmini devirdiyse, “Anti-Erdoğan-Koalisyonu” da Erdoğan’ı devirecektir. Nasıl Hitler devrildiğinde dünyada 2-3 sene demokratik bir rüzgâr estiyse, Erdoğan’ın yenilmesiyle de Türkiye’de ve bölgede en az bir sene demokratik bir hava esecektir. Eğer sol ve demokratik güçler Erdoğan’ı devirme eylem ve kampanyaları içinde yığınları aydınlatır, onların güvenini kazanır, onlarla bütünleşir ve onların öncüsü konumuna yükselirse ülkeye gelen demokrasi havası daha kalıcı olabilir, milliyetçi Kemalist güçleri paralize edilebilir, Kürt sorununun barışçıl çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomik kalkınması için yeni yollar açılabilir. Erdoğan’ın devrilmesiyle doğabilecek demokratik ortamı küçümsememek ve bugünden ona hazırlanmak gerekmektedir. Bunun için mutlaka toplumda Erdoğan karşıtı bir hava estirilmeli, Erdoğan’a karşı açık veya zımnen bir güç birliğinin oluştuğu yığınlara gösterilmelidir.
TKP tarihi eylem birliği ve ittifak dersleriyle doludur
Partimizin yüz yıllık tarihi açık ve zımnen kurulan ve kurulmaya çalışılan işçi sınıfının eylem birliği ve demokratik ittifak çalışmalarıyla doludur. İşçi sınıfının eylem birliği ve demokratik güçlerin ittifakı oluşturulmadan sınıf savaşında, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde başarı elde edilemez. Partimiz TKP tüm illegal koşul ve zorluklara rağmen elde ettiği küçük ve büyük birçok başarılar açık ve zımnen yaratılan eylen birliği ve ittifaklar sayesinde sağlanmıştır. Ama bugün ilk kez partimiz dâhil işçi sınıfı örgütlerinin ve Türk demokratik güçlerinin Kürt ulusal demokratik güçleriyle oluşturdukları birliktelik burjuvazinin ulusalcı kesimlerine kadar uzanan bir ittifakla Erdoğan çevresindeki en gerici islami faşizan güçlerin iktidarını sonlandırıp ülkede demokrasinin yolunu açabilirler. Ülkede böyle bir güç mevcuttur. Şimdi partimizin 101. yılını kutlayan komünistler bu olanağın gerçek olması için canla başla yığınlar içinde hummalı bir çalışmaya girmelidirler. Hedef Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimine son vermek, demokrasinin önünü açmak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni yıkmak, güçler ayrılığına dayalı en geniş demokratik hak ve özgürlükleri garantileyen “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i yeniden ikame etmek, savaşa karşı barışı, zulme karşı halkların eşitliğini ve özgürlüğünü, asimilasyona karşı “özgür halkların özgür ittihadını” savunmak, yağma, talan, israf, zam ve enflasyona karşı tasarruf, yatırım, üretim, istihdam, kalkınma anlayışını anlatmak, müreffeh Türkiye’nin ellerimizde olduğunu göstermektir.
Haydi, partimizin 101. yılında yığınlara, meydanlara!
Erdoğan’ın faşizan rejimini devirelim, demokrasiyi getirelim, sosyalizm yolunda ilerleyelim!
Partimiz TKP’nin 101. yılı Türkiye ve dünya işçi sınıfına ve emekçilerine, Türk, Kürt ve diğer Türkiye halklarına kutlu olsun!
Kavga sesleri geliyor, köylerden ve şehirlerden…
10 Eylül 2021
TKP 1920 www.tkp-online.com