TKP’miz 90 Yaşında

TKP’miz 90 Yaşında

Türkiye  işçi sınıfına, Türk, Kürt halkına, uluslararası işçi ve komünist hareketine kutlu olsun!

 

Yoldaşlar,

 

Partimiz 90 yaşında. Bugün içinde buluduğumuz koşullar bundan 90 yıl önceki koşullardan tamamen farklıdır. Bundan 90 yıl önce partimiz kurulurken uluslararası alanda güçler dengesini kökten değiştiren, yeryüzünde yepyeni bir çağ açan Büyük Oktobr Sosyalist Devrimi olmuş, bunun etkisinde eski Osmanlı topraklarında da ulusal kurtuluş savaşları yükselmeye başlamıştı. İşte partimiz, Türkiye Komünist Partisi, 10 Eylül 1920 de Baku’da böylesi bir dönemde, Büyük Oktobr Sosyalist Devrimi’nin doğrudan doğruya etkisi altında, kurtuluş savaşının ölüm-kalım günlerinde doğmuştur.

 

 

İşçi sınıfı Büyük Ekim Devrimiyle tarhi misyonu olan burjuva düzenini yıkmak, iktidarı almak ve proleterya diktatörlügü sayesinde özel mülkiyete son vermekte en büyük zaferi kazandı, sınıfları kaldırma, toplumsal gelişmenin yasallıkllarına göre sınıfsız bir topluma doğru gelişme yolunda ilk adımları attı. Bolşevik Partisi,  bu başarıların yöneticisi ve yönlendiricisiydi. O, Rusya’daki tüm işçi ve emekçilerinin en bilinçli, en savaşkan, en kararlı kesimi, avangart koluydu. Onun sayesinde devrim başarıya ulaştı, sosyalizm kuruculuğuna geçildi. Bu Marxizmin-Leninizmin hem teoride, hem de pratikte kanıtı idi.

 

Büyük Ekim Devriminin zaferi, emperyalizmin, Beyaz Orduların yanında savaşa giren itilaf ve ittifak devletlerinin büyük bir yenilgisiydi. Dünyada emperyalizmin tek başına egemenliği sona erdi. Dünya ikiye bölündü. Bir tarafta sömürüsüz, baskısız, özgür, barışcıl, sosyalist  bir toplum doğdu, diğer faraftan da sömürünün, talanın, baskının, savaşların devam ettiği kapitalist, emperyalist toplum yaşamaya devam etti. Dünyanin  bir bölümünde işçi iktidarı, sovyet iktidarı, diğer bölümünde de  burjuva iktidarı hakimiyetini sürdürdü.

 

Sovyet iktidarı, Bolşevizm yalnız Rusya’da değil, tüm dünyada işçi ve emekçilerinin, ezilen halkların kapitalizme ve emperyalizme karşı savaşına büyük bir ivme kazandırdı. Çarlık Rusya’sında ezilen uluslar, Orta Asya’da müslüman halklar özgürlüklerine kavuştular, Sovyet iktidarı oluşturdular. Dünyaya büyük bir Bolşevizm dalgası yayıldı.

 

Rusya’dan ve Orta Asya’dan gelen Bolşevizm dalgasından en çok esinlenen Lazistan’da, Ermenistan’da, Istanbul’da, Anadolu’da ve tüm Kürdistan’daki halklar oldu. Bu halklar kendilerini köleleştirmek için gelen, ülkeyi işgal eden emperyalist yabancı güçlere, onlara destek olan gerici güçlere ve padişahlığa, mütegallibeye karşı silaha sarıldı, feodal düzene karşı demokratik bir cumhuriyet için savaşa başladı. Rusya’dan gelen Bolşevik dalganın etkisiyle Karadeniz’de, Ege’de, Akdeniz’de, Kürdistan’da silahlı çetler kuruldu, “Yeşil Ordu” oluştururuldu. Partimiz TKP, memelekete dalan emperyalistlere karşı silaha sarılan halkımızın daha ilk adımında yanında yer aldı, çeteler kurdu, alaylar oluşturdu.

 

Ama bunlar merkezi bir yönetimden uzaktı. Bunların emperyalist güçlere ve padişahlığa ve gerici güçlere karşı savaşını bir elden yönetmek ve sevketmek amaçıyla Mustfa Suphi ve Parti yönetimi 1. Kongreden sonra Anadolu’ya geldi. Emperyalizme ve gericiliğe karşı savaşan bu güçler, Vahdettin’in Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal’den bağımsızdı. İkisinin amaçları ve hedefleri, yöntemleri tamamen farklı idi. Silaha sarılan halk ve onların önderi Bolşevikler ve Mustfa Suphiler ulusal ve sosyal kurtuluşu, halkların özgürlük ve eşitliğini istiyorlardı. Mustafa Kemal ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan yeni uluslararası dengede Osmanlı kalıntılarından ne koparabileceğinin peşindeydi. Para ve silaha ihtiyaci olduğu zaman  Sovyetlere, ama daha çok emperyalistlere yanaşıyordu, zik-zaklar çiziyordu. O ölünceye kadar bu ikiyüzlü politikayı sürdürdü. Ama O, hiçbir zaman emperyalizmin rotasından, antikomünizmden ayrılmadı.

 

1920 sonlarında İngiliz ve diğer emperyalist güçlerin desteklediği Beyaz Orduların yenilmesiyle değişen uluslararası dengede, İngilizlerin Anadolu ve Orta Doğu’daki siyaseti kökten değişti. İngilizler ve emperyalistler Sovyetler’in güneyinde yeni Sovyet iktidarına karşı Türkiye’de modern yeni bir iktidar düşündü. Burada mandacı olarak tanımlananların yanısıra Vahdettin’in Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal de bir alternatifti. Bu durumda Mustafa Kemal, emperyalistlerin, başta İngilizlerin güvenini kazanmak ve tek başına iktidarı almak ve ülkeyi emperyalizmin güdümünde tutmak için, Kardeniz’de Mustafa Suphileri öldürttü, “Yeşil Ordu”yu dağıttı, Partimizi yasakladı. Artık İngilizlerin hedefi Orta Doğu’da Sovyetler’e karşı kendi kontrolünde devletler oluşturmaktı. Bu amaçla Osmanlı baskısı altındaki halklardan Anadolu’da, Kürdistan’da ve Arabistan’da suni devletler kuruldu, halklar birbirinden koparıldı. Bunlardan bir tanesi de  kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Gerek Türkiye Cumhuriyeti, gerekse diğer devletler, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı içerde halkların verdiği bir savaş sonucunda demokratik devrimlerle kurulmuş devletler değildir. İngilizlerin vesayeti altında kurulmuş devletlerdir. Neki,  Türkiye’de tarih bilinci işçi ve emekçilere çarpıtılmış olarak verilmektedir. Mustafa Kemal tarafından, İngiliz, Fransız, İtalyan ordularına karşı verilmiş bir antiemepryalsit savaş yoktur. Bu da doğaldı, çünkü Mustafa Kemal’in kendisi emperyalistlerin alternatiflerinden biriydi. O, feodal imparatorluğun deneyimli  bir askeriydi. Yerine göre padişahcı, yerine göre de İngiliz tarafrarıydı. O’nun hedefi İngilizlerin tek alternatifi olmaktı ve öyle de oldu.

 

Emperyalistler Lozan anatlaşmasıyla, Mustafa Kemal’le birlikte kendi “geostratejik” ve ekonomik çıkarlarına hizmet eden bir yapı oluşturdular. Bu yapı Sovyetlere karşı bir sıçrama tahtası olarak kullanıldı. Bugün bu yapı, ulusal ve uluslararası ilişkilerde gerici, antidemokratik, antikomünist, halklara düşman bir politikayla devam etmektedir. Osmanlı dönemindeki Kürdistan, Lazistan gibi bölgelerin otonom yapıları kaldırıldı, özellikle Kürdistan yeni kurulan TC, Irak, Suriye devletleri tarafından gaspedildi. Halklar inkar edildi. Bu inkarın en barbar biçimi, Türkiye’de oldu ve 90 yıldır sürmektedir. Bugün Türk egemen çevreleri halen bu inkar politikasını yürütmekte diretiyorlar, Türkiyede 30 yıldır giden savaşın altında yatan esas neden, Cumhuriyet kurulurken uygulana  inkar politikasınındır.

 

Mustafa Kemal, Mustafa Suphileri katletti, partimizi yasakladı, Kürtleri inkar etti, Kuzeyde olsun, Güneyde olsun Kürtlere verdiği sözleri yok saydı. Ama bu ne işçi sınıfının, ne de halkların özgürlük savaşını durduramadı. Gerek partimiz, gerek Kürt halkı yeni savaş biçimleriyle ortaya çıktı. Partimizin sürekliliğinde, kadroların yetişmesinde Sovyetler Birliği ve Komintern büyük bir rol oynadı. Bu sayede ülkede partinin ve sınıf savaşının devamlılığı sağlandı. Komintern’le olan ilişkilerde, Türkiye’deki sınıf savaşının ve Kürt isyanlarının hatalı değerlendirilmesinde, o dönem kadroların başında olan ve kemalizmin kuyruğundan kurtulamıyan Şefik Hüsnü’nün büyük etkisi olmuştur. Şefik Hüsnü’nün akıl
hocası Radek’ti. Radek ise, kendisnin de itiraf ettiği gibi uzun yıllar Troçki ile Sovyetler’e karşı gizli çalışma içinde bulunmuştur. Şefik Hüsnü’nün icraatı partimizde büyük tahribatlara yol açmıştır. O partimizin Baku kongresine katılmadı, ikinci kongresine gitmedi, kemalist Kadro Dergisinin ideologlarını Nedim Tör ve Sevket Süreyya’yı partiye yamayan, Hikmet Kıvılcımlı’yı ve Mihri Belli’yi partinin başına bela eden, 1946’da parti kararı olmadan Esat Adil’e karşı kendi kariyeri için parti kurup kadroları açığa çıkaran, Leninci her türlü sınıf savaşını benimseyen partimizi burjuva uzlaşmacılığına ve legalizm batağına götüren O’dur.  Onun bu çizgisini bugün halen hem teoride hem pratikte yürüten, aydın küçük burjuva çevrelerinden gelen eski  kimi TIP yöneticileri ve TKP üyeleri bulunmaktadır. Bu çizgi, genellikle aydın-küçük burjuva çevreleriyle sınırlı kalmıştır, Şefik Hüsnü, işçi sınıfına, sendikalara Jean Jaures anlayışıyla yanaşmıştır. Onun çizgisi Mustafa Suphi’nin ve Bilen’in Bolşevik çizgisiyle taban tabana terstir. Bugün bu çizgiyi izleyenler, geniş bir yelpazede kendilerini hem Suphi’ci, Bilen’ci gösteriyorlar, hem de Stalin düşmanlığı yapıyorlar.

 

Yoldaşlar,

 

1921 ve 22 yıllarında Kızıl Ordu tüm emperyalist işgalcileri ülkeden kovdu. Rusya’da Sosyalist devrim başarıya ulaştı, Sovyet iktidarı sağlamlaştı. Ama dışardan ve içerden emperyalistlerin, saldırıları bitmedi. İçerde mülksüzleşen sömürücü sınıflar ve onların yardakcısı Troçkistler, Buharinciler, Zinovyevciler sol kisvesi altında antisovyet konumlar alarak sosyalizme karşı saldırıya geçtiler, dışardan emperyalist güçlerle işbirliği yaptılar, onlardan mali destek aldılar. Bu saldırılara rağman, Lenin’in büyük bir öğrencisi olan Stalin
soyalizm kuruculuğunda bu bozgunculara, ajan ve provakörlere karşı zafer kazandı. Bugünkü gelişmeler de gösteriyor ki, Troçki Sovyetler’i terkederken arkasında Sovyet rejimini destabilize edecek bir yapı barakmıştır. Küçük burjuva unsurların parti içinde gizli örgütlendikleri ve varlıklarını sürdürdükleri anlaşılıyor. Kuruşçov bunlardan yalnız bir tanesidir.

 

20’li ve 30’lu yıllarda Sovyetler’i içerden uzun ve kısa vadeli çökertme faaliyetleri sürerken, 1941’de Hitler faşistleri Sovyetler’e saldırdı. Hemen hemen Avrupa’nın tümünü işgal eden Hitler orduları, Soyetler’de Stalingrad’a kadar ilerledi, ama Kızıl Ordu tarafından burda durduruldu ve hezimete uğratıldı. Stalingrand emperyalizmin sosyalizm karşısında ikinci büyük yenilgisidir. Türkiye sınırına dayanan Hitler orduları, eğer Sovyet orduları tarafından Stalingrad’da mağlup edilmeseydi, Türkiye’ye de iki koldan girecekti, Türkiye kendisini savaşın içinde bulacaktı. Kızıl Ordu’nun Stalingrad zaferi, Türkiye halkını Hitler faşizminin çizmelerinden kurtarmış oldu. Ama Türkiye’yi yönetenler savaş öncesi ve savaş döneminde hiç bir zaman Sovyetler’le ve komşu ülkelerle samimi dostane ilişkilere yanaşmadı, hep ikiyüzlü davrandı. Özde emperyalistlerle ve Alman faşistleriyle işbirliğine girdi. İçerde ırkcı, şöven inkar politikalrıyla işçi sınıfına, emekçilere, Kürt halkına ve diğer halklara kankusturdu. 1925’de Diyarbakır’da, 1938’de Desim’de ırkcı katliamlar yaptı. O bu gücünü hem ulusal, hem de uluslarası alandaki antikomünist odaklardan alıyordu.

 

Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği, Hitler faşizmi yendi. Bu, yalnız Alman faşistlerinin değil, dünyadaki bütün emperyalist kuvvetlerin ve bunların beşinci kolu olan Troçkistlerin ve tüm dünya antikomünistlerinin bir yenilgisidir. Bu yenilgi onların kalbinde derin bir yaradır. Bundan dolayıdır ki, günümüzde sosyalizm konu olduğunda, sağdan ve soldan ağzını açan oportunistler, dönekler, Stalin’e ve Leninci sosyalist demokrasiye, proleterya diktatörlüğüne ve enternasyonalizme saldırmaktadırlar. Lenin her seferinde belirtmiştir ki, burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğü rejimidir, sosyalist demokrasi proleterya diktatörlüğü, işçi sınıfının müttefikleriyle birlikte iç ve dış yıkıcı güçlere karşı kurduğu demokatik bir iktidardır.

 

Yoldaşlar,

 

İkinci Dünya Harbi sonunda dünya sosyalist sistemi kuruldu. Avrupa’nın yarısı, Asya’da bir çok ülke sosyalizme geçti. Stalin döneminde bunların hepsi sosyalizm kuruculuğunu başarıyla yürüttüler ve proleterya dikatörlüğüne, sosyalist demokrasiye geçtiler. Bu durum emperyalizmi daha da çıldırttı. Çünkü sosyalizm denince akla Marx, Engels, Lenin ve bir
de Stalin geliyordu ve Stalin önderliğinde dünya devrim süreci hızla gelişiyordu.

Ne var ki, bu uzun sürmedi. Stalin’in ölümüyle sosyalist ilerlemede büyük bir kırılma yaşandı. Kruşçov yönetime geldi. Onun ilk işi Stalin’e saldırmak, emperyalizmin 5. kolu olan Troçkistlerin, Buharincilerin küçük burjuva konzeplerini uygulamak oldu. Partililik normlarını değiştirdi, işçi sınıfının öncü avangart kolu yerine halkın partisi, proleterya diktatörlüğü yerine halkın devleti gibi revizyonist görüşlerle Bolşeviklere saldırdı. Lenin’in iki farklı sosyal sistemin varolması süreçlerini çarpıtarak, bunların kurt ile kuzu gibi barış içinde bir arada yaşayacakları anlayışını getirdi. Bu doğrudan doğruya komünist partisinin Markscı-Leninci normlarını arı ve duruluğunu tepe-taklat etmekti.

 

Kruşçov, 10 yıl içinde harbten sonra yaşayan Bolşevik kadroların çoğunu partiden temizledi,
partiye küçük burjuva ideolojisiyle donatılmış kadroları doldurdu. Kariyerizm, dalkavukluk ve bürokratik diktatörlük bu dönemde egemen oldu. Kruşçov bu karşı devrimi kısa zamanda ve çok hızlı yapmaya kalktı. Buna karşı partiden ve halktan gelen tepkilere dayanamadı, görevinden zorla alındı. Denge unsuru olarak Brejnev getirildi. Parti ve devlet yönetiminde dengecilik dönemi başladı. Lenin ve Stalin döneminden arta kalan Bolşevik kadroların yerine küçük burjuva, kariyerist, bürokrat kadroların yerleştirilmesinde Andropov’un da büyük rolü olmuştur. Bu dönemde reformizm gizli ve açık yanlarıyla devam etti. İlan edilmeden, dünya devriminden vazgeçildi. Karşı devrim uzun bir zamana yayıldı. Oysa Kruşçov döneminde atılan adımlar geri alınabilseydi ve Leninci çizgiye dönülseydi, Gorbaçov gibi şarlatanlar, hainler emperyalist karşı devrimi gerçekleştiremezdi.

 

Maalesef, uluslararsı komünist hareket Stalin’in ölümüyle Sovyetler Birliği’nde başlayan kırılmanın sonuçlarını kestiremedi, onun bir yıkıma götüreceğini göremedi. Sosyalizm geldi, artık bir daha geri döndürülemez vahametine kapıldılar. Keskinleşen sistem savaşının da etkisiyle Sovyetler Birliği’nde yapılan politik ve ideolojik hatalar üzerinde yeterince durulmadı. Burada Eyrokomünizm (Avrupa komünizmi), tarihi uzlaşmacılık, konvergenz teorileri başını aldı gitti, atom savaşlarını engellemek için proleterya ile burjuva ideolojisini barıştırmaya yöneldiler. Empryalizme karşı sınıf savaşında silah ve asker boyutu öne çıkarıldı, ideolojik savaş ihmal edildi. Tam da bu dönemde  parti yönetimini ele geçiren Nabi ve TİP’cilerin politikaları bununla uyumluydu. Çok sürmeden sosyalist sistem yıkıldı. Dönemin antikomünist Sovyet yöneticilerinin eliyle emperyalizme teslim edildi, tekrar sınıflı topluma
kapitalizme geçildi, emperyalist sisteme dahil olundu.

 

Emperyalizm Sovyetler’in yıkılmasıyla ekonomik alanda değil, politik ideolojik alanda da üstünlük sağladı. İşçi ve emekçilerin bir daha sosyalizme yönelmemeleri için yoğun bir antikomünist, antisovyet kampanya başlattılar. Emperyalist güçler hem kendi ideolojik politik saldırı odaklarını, hem de emperyalizmin 5. kolu konumunda yer alan, reel sosyalizmi yaşamış kimi komünist parti yöneticilerini harekete geçirdiler, bunların eliyle işçi ve komünist hareketi parçaladılar, darmadağan ettiler. Bugün uluslarası ve ulusal alana bakıldığında, bu dönekler Kruşçov’un başlattığı kırılmayı, Troçki’yi savunuyor, Staline saldırıyor, antikomünizm yapıyorlar. Genellikle Marksizm-Leninizm pozisyolarına karşı çıkan kimi komünist partileri de dahil, Troçkisti, sağlı-sollu oportunisti, hürriyetçi sosyalisti, sosyal demokratı, sol sosyalisti, sol komünisti, bunların tümü, gri bir alandan çıkarak, devrimcilik yapıyor, Marksizmi yenilemeye kalkıyor ve Marsizme-Leninizme saldırıyor, çoğulculuğu, burjuva ideolojisini savunuyorlar.

 

Partimiz uluslarası bu gelişmenin en ağır cezasını çeken partilerden biridir. Bilen Yoldaş 1920’lerden beri Sovyetlerdeki tüm bu gelişmeleri yaşamış biriydi. O Kruşçov ve ondan sonra gelen Sovyet yöneticilerden nefret eder ve onlara karşı Lenin’i, Stalin’i savunur, onların oportunistlik yaptıklarını yüzlerine söylerdi. Bu tutumundan dolayı O, Sovyet yöneticileriyle hep sorun yaşamıştır. Pratimizde de Bilen yoldaşa gizli ve açık saldıranlar Kruşçovculardır, Şefik Hüsnü’cülerdir,  Stalin’i savunur gözüküp özünde Stalin’e karşı olduklarını söylemiyenlerdir, TİP’le birleşmenin getirdiği TBKP sürecinin likidasyon olduğunu kabul etmiyenlerdir, legalizm bataklığında büyük devrimci sözler edenlerdir, hem Bilen’ci, hem Şefik Hüsnü’cü gözükenlerdir. 5. Kongrenin hazırlık sürecinde, partimizin likidasyonu, Sovyet yönetimindeki ajanların uzantıları tarafindan gerçekleştirildi ve yine onlar tarafından partimizin gereksizliği ilan edildi. PB’da azınlıkta olan yoldaşların güçü bunları engellemeye yetmedi. Ağır baskılar altında Bilen Yoldaş, TİP’le birleşmeyi kabul etti. Bu O’nun hem Stalinist doğasına, hem de siyasi konumuna tersti. Nitekim 5. Kongre’den kısa bir zaman sonra öldü.

 

Emperyalistlerin antikomünist, antisovyet kampanyalarının bir kopyası Türkiye’de de yürütülmektdir. Ama bunun kendine özgü özellikleri de vardır. Utangaç Stalintsler utangaç Troçkistlerle birleşiyorlar, sağ oportunizm şemsiyesi altında yürüyorlar. Bunlar açık Stalin düşmalığı yapan Nabi’den, sözde Stalin’i savunup Ergenokoncuların şemsiyesi altında sosyal şövenistlik yapan SİP-TKP’ye kadar uzanmaktadır. Bu oportunistlerin ve provokatörlerin hepsi referandumda olduğu gibi “boykot”a karşı pratikte birleşiyorlar.

 

Yoldaşlar,

 

Türkiye bugün 90 yıl önceki Türkiye değildir. Bu 90 yılın yarısından fazlası örfi idarelerle geçti. 4 tane askeri darbe oldu. Bu darbelerin amaçı ekonomik altyapıyı uluslararası yeni duruma göre ayarlamaktı ve bu yapıya göre Türkiye toplumuna, halklarına, sınıf ve katmalarına yeni bir balans ayarı vermekti. Bu düzenlemeler varolan gerçeğe taban tabana zıttı. Bunlarla halklar inkar edildi, işçi sınıfının ve halkların mücadelesine silahla karşılık verildi, orduyla üstüne gidildi. Bu durum hale güncelliğini koruyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri süregelen tek bir millet, tek bir sınıf ve tek bir devlet ideoljisi ve teorisi bugün artık iflas etmiştir. Bunu bugün milyonlarca insan demokratik haklar için verdiği mücadeledeleyle ortaya koymaktadır. Onlar yasakları, silahlı dayatmaları dinlemiyorlar.

Kürt halkının demokratik hakları için silahlı ve silahsız direnişi Türkiye demokrasi mücadelesini derin uykudan uyandırıyor, demokratik güçleri cesaretlendiriyor. Bu direniş, faili mechul cinayetleri işleyen Ergenekoncuların, devlet gizli terör örgütlerinin, onların legal alanda sosyal şövenistliğini yapan İP, SİP gibi partilerin ve Hızbullah gibi odakların maskesini düşürüyor. Kendisine sosyalist veya komünist diyen küçük burjuvalar ise bu devlet terörünü hala Kürt ulusal demokratik hareketine mal etmeye yelteniyorlar, milliyetcilik yapıyor.. Burjuvazinin savaş biçimlerine karşı ulusal kurtuluş hareketlerinin devrimci mücadele biçimlerini yatsıyor.

 

Bugün ülkemizde yeni bir durum vardır. Bu yeni durumu görmemek ve bu yeni durumun analizinden yeni bir siyaset çıkaramamak, bizi yine kemalizmin batağına götürür. Ülkede 30
yıla yakın bir zamandan beri ulusal baskıya karşı özgürlükleri için direnen Kürt halkına karşı bir savaş gitmektedir. Buna karşı, Kürt halkı  direnişleriyle Türkiye toplumunun üzerindeki  gerici, şövenist, diktatör rejimlerin  kabuğunu çatlatıyor, devletin demokratik adımlar atmasını zorluyor. Kürdistan özgürlük hareketi, demokratik bir Türkiye için zincirin en zayıf halkasını yakalamıştır.  Bu  durum  Türkiye demokrasisi için büyük bir kazanımdır. Bu aşamayı ülkenin tüm demokratik ve komünist güçleriyle desteklememiz ve daha ileriye götürmemiz gerekiyor. Kürt ulusal hareketinin birikimleri, demokrasi için savaşları sayesinde, Türkiye halkları kendi tarihiyle yüzleşmeye, Tabulari yıkmaya başlamıştır. Halklar, artık baskıları hiçe sayarak, kendi ulusları, dilleri, dinleri, kültürleri, sınıfları üzerine yoğun bir tartışma sürdürmektedir, orduyu, yargıyı, devleti, yasama ve yürütme organlarını sorgulamaktadır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni baştan demokartik temeller üzerinde yapılanmasının zorunluluğu geniş halk yığınları tarafından daha çok anlaşılıyor. Partimiz bu gelişmelerin dışında kalamaz, ideolojik, politik ve örgütsel olarak yeni duruma uygun yapılar oluşturmak zorundadır.

 

Bu yeni durumu gören burjuvazinin bir kesimi çıkarları gereği, değişik motiflerle orta çıkıyor, orduyu ve yargıyı “yargılıyor”. Bunlar Türkiye’nin yeni büyük burjuvalarıdır. Bunlar kemalist büyük burjuvaziye dur diyorlar, iktidar sırası bende, musluğun başı bende, sen karışamassın diyorlar. Bunlar kemalist burjuvazinin bir kesimi olan generallere, Oyak’cılara, ben seçilmiş, sen atanmış bir organsın, benim kararlarıma uyacaksın diyor. Bunlar iktidarlarını sağlamlaştırmak için, Kürt politikasını, din politikasını ve uluslararası ilişkileri
kullanıyorlar. Türkiye’ye yeni bir manto giydirmek istiyorlar. Bu iki büyük burjuva kanadı arasında öz itibarıyla bir fark yoktur. Bunlar kavga ederler, uzlaşırlar, zik-zaklar çizerler. Bunladan birini “ilerici”, diğerini “gerici” görmek deli saçmalığıdır. Bu iki kesim arasındaki kavga Türk büyük burjuvazisinin kendi içinde daha homojen bir yapıya, tek bir oligarşiye kavuşma sancılarıdır. Bunun nasıl gelişeceği emek ağırlıklı demokratik hareketin güçlenmesi süreciyle ve uluslararsı gelişmelerle de sıkı sıkıya bağlıdır. Bu iki kesim arasında referandum vesilesiyle oynanan tiyatro, bunlar arasındaki iktidar kavgasının basit bir yansımasıdır, kamuoyunu avutmanın bir yoludur. Her iki burjuva kesimi de 12 Eylül Anayasası’nın özüne dokunmuyor, yeni bir anayasa taslağı ile ortaya çıkmıyor. Mevcut anayasa üzerine oylamaya gidiyor. Biri değişiklik yapacağım ve buna “evet” diyeceğim diyor, diğeri ise, buna karşıyım, değişiklik yapamassın“, yaparsan “hayır” diyeceğim diyor. Her ikiside Türkiye komuoyuna “hayır” veya “evet” dedirtmek için çağrıda bulunuyor, işçileri, emekçileri ve Kürt halkını şaşırtmaya çalışıyor. Burada kendisine solcu, komünist, devrimci diyenleri, sarı sendikacıları, kariyeristleri, uzlaşmacı oportunistleri alet olarak kullanıyor. “Evet” oyu veya, “hayır” oyu veren de sonuçta burjuvazinin oynadığı tiytroda rol alıyor, pratikte burjuvaziden birini veya diğerini destekliyor. Eğer bunlar 12 Eylül’e, onun anayasasına kerşılarsa, burjuvaziden bir beklentileri yoksa, neden oy veriyorlar? Bunların bu burjuva partilerine oy vermemesi ve sandık başına gitmeyip oylamayı boykot etmesi gerekmez mi? Ben senin amaçlarınla hem fikir değilim, ama “evet” veya “hayır” diyerek sana oy vereceğim demek, ne diyalektik ne de formel mantığa uyar. Bu anayasa da, daha önceki anayasalar da ne halklara, ne komünistlere özgürlük hakkı vermiştir. Bundan dolayı Kürt ulusal demokartik hareketi ve bazı sol güçler ve partimiz bu oylamayı redediyor, yeter diyor, oy vermiyor, halkı referandumu boykot etmeye çağırıyor.

 

Yoldaşlar,

 

Kürt ulusal demokratik hareketi Türkiyenin her tarafında demokratik bir güçtür, 30 yıla yakın bir zamadır direnen Kürt silahlı hareketi, demokratik hak ve özgürlükler sorununu gündeme getiriyor, bunu canıyla, kanıyla savunuyor. Devletin ise bu direnişi bastırması mümkün değildir. Devlet Kürtlere karşı kirli bir savaş yürütüyor. Bu savaşta her iki taraftan 50 bine yakın insan yaşamını yitirdi. Kendisine solcuyum, demokratım, komünistim diyen bir insan buna kayıtsız kalamaz. Taksim meydanında toplantılar yapıp Latin Amerika halklarıyla enternasyonal dayanışmada bulunanlar, Türkiye dediği kendi ülkesindeki Kürt ulusal hareketiyle birlikte olmaktan kaçıyor, oportunistlik yapıyor. Bunun ,Türk sol ve demokratik güçleri tarafından bilince çıkarılması gerekmektedir. Kürtler Türklerle eşit haklı kardeşce birlikte yaşamak istediklerini açıkca ilan ettiler. Böylece Türk şövenizmine ve onun provokasyonlarına karşı büyük bir duvar ördüler. Her ulusal hareket gibi Kürt ulusal hareketi de milliyetci  bir harekettir deiyen, Türk solunun bu suçlamadan kurtulması gerekmektedir. Kaldı ki, tüm ulusal kurtuluş hareketleri aynı zamanda sınıfsaldır, içinde her sınıftan insan grupları vardır. Kürt ulusal demokratik hareketi de böylesi bir harekettir, Seyh Sait hareketi de Apo herketi de böyledir. Bunların ana gövdesi, yığınsal tabanı işçidir, yoksul Kürt köylüsüdür. Kürt işçi ve köylüleri, aydınları Türkiye’nin her tarafına yayılmışlardır, yalnız Kürdistan’da Kürt aramak şövenistlerin tavrıdır. Kürtler hem Kürdistan’da hem de Türkiye’nin her bölgesinde demokratik Türkiye’yi, demokartik hak ve özgürlükleri her kes için, hem Türkler, hem Lazlar, hem Çerkezler ve diğer halklar için, fabrikalarda, sendikalarda, mahallerde savunuyorlar. Bunlara kulağını tıkayan, görmemezlikten gelen biri, “komünist” değildir, olsa olsa ancak sosyal bir şövenistir. Türk cephesinden solcuların ve devrimcilerin bilerek veya bilmeyerek Kürt sorununu, Türk-Kürt kardeşliği, emperyalizmin böl ve yönet politikası olarak ele alanlar, başından beri bu söylemleri kullanan gericilere, MHP’lilere, Demirelcilere, Ecevitcilere, kemalistlere hizmet etmiş oluyorlar. Çünkü bu faşistler ve şövenistler kardeşlikten söz ederken hiç bir hakkı olmayan “kardeşten” bahsediyorlar. Bunlar Kürtlerin ne istediklerini söylemiyorlar, ama Kürtlerin özgürlük ve eşitlik istediklerini söyliyenleri de öldürüyorlar. Kürtler Türklerle kardeşce eşit olarak birlikte barış içinde onurlu, özgür bir yaşam istiyorlar. Bunu görmiyenler komünist olamazlar. Bunları bilinçli savunanlar emperyalizmin apolegetleridir. Partimiz ezilen, hakları gapedilen ulusların, ayrılma da dahil, kendi yazgısının kendi tarafından belirlenme hakkını koşulsuz savunduğu gibi Kürt halkının da Kürdistan’ın hangi parçasında olursa olsun kendi kaderini belirleme hakkını dışardan her türlü mühahaleye karşı, koşulsuz savunur ve onların ulusal kurtuluş savaşlarını destekler.

 

Yoldaşlar,

 

Partimiz 90 yaşında, Türkiye’nin en eski partisidir. O Bolşevik Mustafa Suphi’nin partisidir, Komintern’in Birinci Kongresiyle beraber proleter enternasyonalizmiyle, Marsizm-Leninizmle bağlanmıştır. Dün olduğu gibi bugün de uluslararası sorunları da, ulusal sorunları da bu açıdan ele alır. Bunu bilen burjuvazi 1922’den beri partimizi yasaklamış, bizi gizli çalışmak zorunda bırakmıştır. Ölümü pahasına komünistler bu ilkelerden vazgeçmemiş, bütün savaş biçimlerini uygulamıştır. Burjuvaziye teslim olmamıştır. Ama sık sık esir alınmıştır.

Bu, partimiz tarihinde savaşımının bir yüzüdür. Bu savaşın ikinci yüzü ise, kendi içinden likidatörlere, bozgunculara, burjuva kuyrukculularına, oportunistlere ve revizyonistlere karşı verilen savaştır. Mustafa Suphilerin öldürülmesinden sonra uzun bir dönem partimizin yönetimi burjuva aydınların ve küçük burjuvaların eline geçmiştir. Bunlar yoluyla bir çok ajan ve provokatör partiye sızmıştır. Burda bir dizi objektif etmelerin yanı sıra, bolşevik normların uygulanmamasının da büyük rolü olmuştur. Tarihimizde bu süreçlerden dersler çıkarılmadan, hatalar sürekli tekrar edilmiştir. Bu 40’lı, 50’li yıllara kadar zik-zaklarla sürmüştür.

 

Ama partimizde varolan, Suphilerden gelen Bolşevik damarı günümüze kadar kimse ortadan kaldıramamıştır. Bilen, başından beri bu damarın nesilden nesile taşıyıcısı olmuştur. O, Sovyet yıkıcılığı ile işe başlayan Kruşçov oportunist ve revizyonistlerine, Stalin düşmanlarına karşı partiyi koruyan tek Genel Sekreterimiz olmuştur. O, partimizin canlı bir tarihi idi. Partiyi fabrikalara götüren, işçilerle tekrar bağlayan yine O’dur. Bilen’in bu Bolşevik prensiplerini inkar edenler, Sovyetler’i yıkanlarla birlikte partiyi likidasyona götürdüler. Bu yıkıcılar, burjuva ajanlarının maaşlı memurlar gibi burjuvaziye hizmet etmektedirler. TBKP, Bilen’in partisi değil, O Bilen’e karşı likidasyonu örgütleyenlerin, sonunda Bilen’i teslim alanların partisidir. Bu TBKP süreci, Kruşçov’la başladı, Gorbaçov ve Nabi dönemiyle son buldu.

 

Bugün likidasyondan çıkmanın tek yolu, doğru olan bilimimize, Marksizm-Leninzme dönmektir, onun  Bolşevik ilkelerini uygulamaktır, Stalin ve O’nun şahsına yöneltilen antikomünist, antisovyet haçlı seferini püskürtmektir, partimizi her alanda bu Bolşevik ilkelerle donatmak ve onu gerçek bir proleter partisi haline getirmektir. Bu, boynumuzun borcudur.

 

Yaşasın TKP’miz!

 

Yaşasın Marsizm-Leninizm! Yaşasın proleterya enternasyonalizmi!

 

10.09.2010

 

www. tkp-online.com

 

info@tkp-online.com