TKP 100. Yıl Kutlaması`nda Mehmet Bayrak Yoldaş’ın Konuşması

TKP Yaşıyor ve Savaşıyor

Yoldaşlar,

Pusulamız Marksizm-Leninizm’dir

Mustafa Suphilerin ve Ethem Nejatların kurduğu, Salih Hacıoğullarının, Nazım Hikmetlerin, Reşat Fuatların, Hüsamettin Özdoğuların, Yakup Demirlerin, Aram Pehlivanyan ve İsmail Bilenlerin yaşattığı ve bizlerin yaşatmaya çalıştığı partimiz Türkiye Komünist Partisi TKP’mizin 100. yılını kutlamak için toplanmış bulunuyoruz. 100 yıl, bir asır, dile kolay! Başarılar ve yenilgilerle, acılar ve sevinçlerle, cinayet ve ölümlerle, zindan ve sürgünlerle dolu bir yüzyıl. İşçi sınıfının yüce davası, hem kendi halkını hem insanlığı sömürü ve talandan, baskı ve zulümden, savaş ve saldırganlıktan kurtarma, sosyalist devrimi gerçekleştirme, sömürüsüz ve baskısız, demokratik, özgür, eşitlikçi, barışçıl yeni toplum sosyalizmi kurma uğruna burjuvaziye boyun eğmeden mücadele eden komünistlerin kahramanlıklarıyla dolu bir yüzyıl!

 Bu mücadele enternasyonaldir. Partimiz TKP bu mücadelenin bir parçasıdır. Partimiz bu enternasyonal mücadeleler içerisinde doğmuş, 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulmuş, ülkemizde ve dünyada ulusal kurtuluş, sınıf, demokrasi ve sosyalizm mücadeleleri içinde gelişmiştir. Enternasyonalizm onun halklarımızın kurtuluşu için verdiği mücadelede güç kaynağı olmuştur. Bu mücadelelerde onun şaşmaz pusulası Marksizm-Leninizm, dünya işçi ve komünist hareketinin zengin deneyleri olmuştur. 

 İnsanlığın kurtuluşuna doğru büyük yürüyüş

 Bu bir asrın en büyük olayı Ekim Devrimi’nin zaferidir. Ekim Devrimi insanlığa kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluşun mümkün ve nasıl olduğunu göstermiştir. Ekim Devrimi’nin zaferiyle şahlanan, dünya sosyalist sisteminin kurulmasıyla yükselen insanlığın kurtuluşa doğru giden umutlarla dolu büyük yürüyüşü maalesef 1989’da reel sosyalizmin yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla büyük bir yenilgi almıştır. Kapitalizmle giriştiğimiz sistem savaşını kaybettik, yenildik, ama yok olmadık. Bugün bu toplantımız bunun bir ispatıdır. Savaş devam ediyor. Tarihin sonu gelmemiştir. Bu kapitalist düzende sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen, burjuva ve proleter sınıfları var olduğu sürece bu savaş da sürecektir. Bu bir toplumsal yasallıktır.

 Reel sosyalizmin çöküşü dünya işçi ve komünist hareketini, ulusal kurtuluş hareketlerini, barış ve demokrasi hareketini derinden etkilemiştir. Dünya ölçüsünde yeniden üstünlüğü elde eden kapitalist, emperyalist sistem karşısında, bu sistem karşıtı hareketlerin hepsi ya gerilemiş, ya dağılmış ya da etkisiz hale gelmiştir. Yenilgiden en çok etkilenen ise komünist partileri olmuştur. Bir kısmı isim değiştirdi, bir kısmı bölündü, parçalandı, atomize oldu, bir kısmı kendini feshetti, büyük bir bölümü, özellikle Batı Avrupa’dakiler küçüldüler ama etkinliklerini ve varlıklarını sürdürmeyi başardılar.

 Tüm bu gelişmeler içinde varlığını koruyamayan tek parti partimiz TKP oldu. Bunun en büyük nedeni partimizin 80’li ve 90’lı yıllarda yaşadığı büyük likidasyondur. Bu likidasyon anlaşılmadan partiyi yeniden ayağa kaldırmak mümkün değildir. Eğer bugün Türkiye komünist hareketinde dağınıklık devam ediyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri onların kendilerini hâlâ bu likidasyon batağından kurtaramamış olmalarıdır. O zaman sormamız gerekiyor, nedir bu likidasyonun özü?

 Partimizde iki politik çizgi ve likidasyon

 Yukarıda partimizi yaşatanların ismini sayarken uzun yıllar partimizin yöneticiliğini yapmış iki kişiye değinilmedi: Şefik Hüsnü Değmer ve Nabi Yağcı. Şefik Hüsnü bazı dönemler hariç 1925’den hemen hemen öldüğü 1959 yılına kadar partinin genel sekreteri veya önde gelen yöneticilerinden biri olmuştur. Nabi Yağcı da 1983’ten 1988’e kadar. Bu kadar zaman parti yöneticisi olan bunların partiye hiçbir katkıları olmadı demek doğru olmaz. Ama onların bu dönem içinde partiye verdikleri öylesine büyük zararlar var ki, onlar yaptıklarıyla değil verdikleri zararla anılan kişiler olmuştur. Bu partide iki damar olagelmiştir. Biri Marksçı-Leninci damar, diğeri burjuva damar. Marksçı-Leninci damar Suphilerin, Nazımların, Bilen’lerin yoludur. Bu partide Şefik Hüsnü ve Nabi Yağcı burjuva damardır. Bunlar partiye Kemalist, genel olarak burjuva görüşlerini, küçük burjuva anlayışlarını, oportünizmi getiren kişilerdir. Şefik Hüsnü partiye Kemalist Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya’yı, Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’yi bela etmiştir. Nabi Yağcı ise birleşme sürecinde partinin Boyner’in YDH’sına gitmesini, Kemalist Dev-Yol’la birleşmesini sağlayan kişi olmuştur. Partimizin tarihi boyunca bu birbiriyle zıt iki görüş hep mücadele edegelmiştir. Mustafa Suphilerin Marksçı-Leninci devrimci görüş ve tutumuyla, partiyi Kemalist ve burjuva kuyrukçuluğuna götüren Şefik Hüsnü’nün ve daha sonra da Nabi Yağcı’nın görüşleri. Bu iki görüş bugün de hâlâ yaşamakta ve bunlar arasındaki mücadele devam etmektedir. Partinin belli aşamalarda sürekli bir likidasyon yaşaması, yokluk ve varlık sorunuyla karşı karşıya kalması Şefik Hüsnü ve Nabi Yağcı’nın tutum ve politikalarının sonucu olmuştur. En son likidasyonun sorumlusu Nabi Yağcı‘dır.

 Şüphesiz burada Komintern ve Sovyet yöneticilerinin Kemalist Türkiye ile ilgili tutum ve politikalarının rolü de vardır. Komintern’in Sosyaldemokratlara karşı olduğu gibi Kemalistlere karşı politikalarında da gel-gitler olmuştur. Burada belirleyici olan Sovyetlerin güney komşusu Kemalist Türkiye’nin Sovyetlerle Batı arasında ikili oynamasıdır. Sovyetler Türkiye ile hep dost kalmaya çalışmış, emperyalist ve faşist saldırılara karşı onu savunmuştur. Kemalist devletin komünistlere sürekli saldırı karşısında parti Sovyetlerin politikasını uygulamakta zorlanmıştır. Bunun tipik bir örneği Kürt isyanlarına karşı tutumdur. Parti Kürt isyanlarında ki demokratik içeriği Komintern’e anlatamamış, isyanları İngilizlerin Kemalist hükümete karşı bir müdahalesi olarak görme kolaylığına kaçmıştır. Bunun sorumlusu Komintern temsilcisi olarak Şefik Hüsnü’dür.  

 Diğer bir örnek Sovyetlerin TİP ve diğer sosyalist partilerle birleşme konusundaki tutumudur. 60’lı yıllarda ve 70’li yılların başında partinin yayınlardan başka bir faaliyetinin olmadığı dönemlerde TİP’le partinin bir birlikteliğine Sovyetlerin büyük önem vermesi doğru ve anlaşılır bir tutumdu. Ama partinin Türkiye’de kök saldığı 70’li yılların ortasından sonra TİP’le birlikteliği başka bir düzeyde ele almak gerekiyordu. TİP yaşamalıydı ve TKP ile dirsek teması içinde olması yeterliydi. Birleşme yanlış bir yoldu. Likidasyon yoluydu. Nitekim öyle oldu. Yalnız TKP değil TİP ve diğer partiler de likide oldular. Sovyetlere birleşmenin yanlış olduğunu anlatmayan, tam tersine birleşmenin üstüne atlayan ve Sovyetler çöktükten sonra bu süreci Kemalistlerle birliğe kadar götüren, kadroları yozlaştıran, likidasyon batağını derinleştiren Nabi ve “Partizan” grubu olmuştur.

 Tüm bu likidasyonlara rağmen burjuvazinin TKP yok oldu dediği anda partimizin yeniden onun karşısına dikilmesini sağlayanlar ise Suphilerin ve Nejatların Marksçı-Leninci yolunda giden komünistler olmuştur. Bunlar yukarıda ismini saydığım Salih Hacıoğulları, Nazım Hikmetler, Reşat Fuat Baranerler, Hüsamettin Özdoğular, Yakup Demirler, Aram Pehlivanyanlar, İ. Bilenlerdir. Bugün bu mücadeleyi yürütme misyonunu üstlenenler bizleriz, burada toplananlardır. Önümüzde partimizi yeniden ayağa kaldırma görevi durmaktadır. Bu görevi başarmak bizlerin omuzlarındadır. Bu bizim bugün savaşan ve yarın gelecek olan nesillere karşı yükümlülüğümüzdür. Nasıl tüm dünyada kapitalist, emperyalist sömürü ve talana karşı devrimci komünist partilerinin eksikliği hissediliyorsa, ülkemizde de işçi sınıfımızın ve halklarımızın demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde TKP’nin eksikliği de hissedilmektedir.

Sonu gelmeyen tutuklamalar

Yoldaşlar,

Partimizin tarihinde tutuklamaların olmadığı, hapishanelerin komünistlerle doldurulmadığı bir yıl hemen hemen olmamıştır. Nasıl bugün Kürtlerin ve tek adam rejimine karşı duranların tutuklanmadığı bir gün yoksa, o zamanlarda komünistlerin tutuklanmadığı, çalışmaların kesintiye uğramadığı bir yıl olmamıştır. Partimizin en uzun çalışma dönemi 73 Atılımı dönemidir. Dünde bugünde bu ceberut Türk devleti her zaman komünistlerin, Kürtlerin, ilerici ve devrimci güçlerin, demokratların karşısına bir zebani gibi dikilmiş, onlara yaşam hakkı tanımamaya kalkışmıştır. Ermenilere ve Hristiyan halklara soykırım uygulamış, partimizin önderleri Mustafa Suphileri Karadeniz’de katletmiş, Kürt isyanlarını kanla boğmuş, Denizleri, Çayanları yok etmiş, partimize sürekli saldırmıştır. En ağır saldırı 51/52 Tevkifatı ve 12 Eylül dönemi tutuklamalarıdır. 12 Eylül darbesi tüm devrimci ve demokratik güçlerin üstünden silindir gibi geçmiş, ama onun karşısına dikilen, savaşan ve yaşayan güç Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur.

 Partimizi yeniden ayağa kaldırmaya çalışırken, partimizin kaderi, alın yazısı haline gelen her sene gerçekleşen bu tutuklama zincirini kırmamız gerekmektedir. Bu devlet daha da ceberrutlaşmıştır. Bize yine yaşam hakkı tanımayacak, ama biz bu hakkı alacağız. Bunun yolu bir yanıyla konspirasyon kurallarına uymaksa, diğer yolu yığınlar içinde, fabrikalarda kök salmak, sendikalarda ve diğer legal yığın örgütlerinde çalışmak, legal olanaklar yaratmaktır. Legalle illegal çalışmayı iyi değerlendirmek ve uygulamaktır. İşimiz kolay değildir. Çevrede hâlâ birleşmenin yarattığı likidasyon batağında dolaşan, “TKP sönümlendi, tarih oldu, işçi sınıfı yok, tarihi misyonu iflas etti” diyenlerle, Nabilerin ve devletin ilkesizleştirdiği, yozlaştırdığı; disiplinsizliği, kendi başına buyrukluğu, küçük burjuva milliyetçiliğini erdem sayan bir sol, devrimci, demokrat ve kendine komünist diyen bir yığınla karşı karşıyayız. Bunlar bizleri daha uğraştıracaktır. Ama bizim çalışmalarımızda esas olan işçi ve emekçi yığınlarla bağlanmaktır. İşimiz zor, yolumuz taşlı ve dikenli. Kaplumbağa, karınca gibi yürüyeceğiz, iğneyle kuyu kazacağız, yığınlarla bağlanacağız, yeni atılımı gerçekleştireceğiz.

 1973 Atılımı dönemindeki koşullar çok farklıydı. Hatta günümüz koşullarından kat kat iyi idi. Arkamızda bir Sovyetler Birliği, dünya sosyalist sistemi vardı. Hem ülkemizde hem dünyada yükselen bir devrimci hareket vardı. İnsanlar bir şeylerin değişebileceği veya değiştirilebileceği umuduna sahipti. Mücadelenin boşa gitmeyeceği kanısı yaygındı. Harekete katılımlar büyüktü. Bugün ise durum tam tersi: Ne Sovyetler Birliği, ne sosyalist sistem var, ne de Türkiye’de Kürtler dışında devrimci mücadele veren bir yığın hareketi var. İşçi sınıfının ve halkların taleplerini cesaretle dile getirecek, onları örgütleyecek ne devrimci örgütler var ne de halktan gelen bu faşizan düzeni değiştirmeye yönelik bir hareket var. Ülkenin doğusunda, Kürdistan’da yığınlar ayağa kalkmış baskıya ve zulme karşı özgürlük ve demokrasi için savaşırken, ülkenin batısı üstüne ölü toprağı örtülmüş gibi suskun, büyük bir faşizan baskı, milliyetçilik ve şovenizm dalgası altında esir alınmış durumda ezilmektedir. 

 Baskıya rağmen Erdoğan’a karşı direniş

 Şüphesiz hiçbir şey yok değil, Kürt halkı savaşıyor, Batıda bir şeyler yapılıyor, yapılanlar da az şeyler değil. Tüm baskılara rağmen toplumun değişik kesimlerinde direnişler, yürüyüşler, gösteriler yaşanmaktadır. Bugünün koşullarında bu kolay değildir. Bugün devlet daha güçlü ve saldırgandır. Ülkemizde faşizan bir rejim hüküm sürmektedir. 18 yıllık AKP iktidarı, Erdoğan’ın kurmakta olduğu faşizan, otoriter tek adam rejimi, faşist MHP ile AKP ortaklığı Türkiye’yi oldukça değiştirdi. Burjuva demokrasisi hemen hemen tümüyle rafa kaldırıldı, güçler ayrılığı büyük ölçüde yok edildi. Yasama, Meclis işlevsizleştirildi, Erdoğan’ın torba yasalarına onay veren bir kurum haline geldi. Yargı bağımsızlığı yok edildi, yargı Erdoğan’ın açıklamalarına göre karar veren sarayın bir organı haline döndü. Adli yıl açılışını sarayda Erdoğan yapmakta, yargıya talimatlar vermektedir. Yürütme ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen bir ucube ile Meclisin kontrolünden çıkarıldı, Erdoğan’ın sekreteri gibi çalışan bakanlardan oluşan bir kuruma dönüştü. Türk milliyetçiliği ve Sünni-Vahabi- İslam değer yargılarıyla Erdoğan’a biat ve itaat eden yeni bir toplum yaratılmaya çalışılmaktadır. Erdoğan’a itaat etmeyen, eleştiren ya FETÖ, ya PKK teröristi yaftasıyla tutuklanmakta, yıllarca hapse mahkum edilmektedir. Kavala’dan Demirtaş’a, Öcalan’a, Figen Yüksekdağ’dan Kışanak’a kadar binlerce insan hapishaneleri doldurmaktadır. Bunlar mahkûm değil rehindirler. Bunların demokrasi mücadelesinden korkan Erdoğan ülkede bir korku imparatorluğu kurmaya çalışmaktadır.

 Erdoğan bu hedeflerine tam olarak ulaşmış değil. Ama başarma yönünde önemli bir mesafe katetmiştir. Temel hak ve özgürlükleri, düşünce ve ifade özgürlüğü, toplantı, gösteri ve yürüyüş özgürlüklerini kullanılmaz hale getirmekte, bu anayasal hakkı kullanmaya kalkan örgütlere, partilere, Barolara, Odalara, kadınlara, gençlere, akademisyenlere, işçilere ölçüsüz güç ve şiddet uygulamakta, onları susturmaya, sindirmeye kalkmaktadır. Hâlâ ülkemizde klasik ifadeyle bir kim-kimi mücadelesi, yani Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimini yaratma mücadelesiyle, halkın geniş kesimlerinin demokratik hak ve özgürlükleri savunma mücadelesi sürmektedir. Erdoğan’la halk arasında için için bir savaş gidiyor. İşte tam burada bizlere, komünistlere, demokrat ve devrimci güçlere büyük görevler düşmektedir.

 İç içe iki aşamalı demokrasi mücadelesi

 Bugün Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önünde iki aşama bulunmaktadır. Birincisi Erdoğan’ın faşist MHP ile birlikte kurmakta olduğu otoriter-selefist tek adam rejimini durdurma ve sonlandırma, demokratik hak ve özgürlükleri yeniden kullanma ve işlerlik kazandırma mücadelesidir. İkincisi Türkiye’nin gerçek demokratikleştirilmesi olan Türk, Kürt ve tüm Türkiye halklarının, işçi ve emekçilerinin, aydın ve sanatçılarının, kadın ve gençlerinin eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde barış içinde yaşayacakları demokratik Türkiye Cumhuriyeti yaratma mücadelesidir. Bu iki mücadele hem iç içedir, hem birbirinden ayrılan yanları vardır. Erdoğan’ın otoriter tek adam rejimine karşı mücadeleye katılacak kesimlerden bazıları, demokratik bir Türkiye mücadelesine katılmayabilirler. Ama onlar Erdoğan’a karşı mücadeleler içinde yığınların baskısıyla etkilenebilirler ve güçler dengesi gerçek bir demokrasiden yana değişebilir. En azından Erdoğan’ı yendikten, demokratik hak ve özgürlükleri kazandıktan sonra demokrasi mücadelesi de genişleyecek ve yeni bir boyut kazanacaktır. Onun için bugün önümüzdeki duran ilk görev Erdoğan’ın kurmakta olduğu faşizan tek adam rejimini durduracak ve sonlandıracak demokratik bir hareket yaratmaktır. Tabanda ve tavanda ortak birliktelikler ve ittifaklar, cepheler örmektir. Bunları yaparken bazen “bağrımıza taş basmak” da gerekecektir. İlk hedef bu faşizan rejimi sonlandırmaktır.

 Erdoğan’a karşı mücadele ederken komünistlerin, devrimci demokratik güçlerin yığınlar içinde olmaları çok önemlidir. Onların yığınlar içinde olması demek, yığınlardaki ister ekonomik, ister sosyal, ister politik kıpırdanışları iyi değerlendirmek ve bu kıpırdanışları hep birlikte Erdoğan’a karşı bir eylemliliğe çevirmek demektir. Günümüzde işçilerin kıdem tazminatlarının yağmalanmasına karşı direnişleri, çoklu Baro yasasına karşı avukatların eylemleri, işsizliğe ve pahalılığa karşı emekçi yığınların feryatları, basında, özellikle sosyal medyada sesi boğulmaya çalışılan genç neslin ve aydınların baskı ve zulme karşı isyanları, kadınların şiddete ve cinayetlere karşı mücadeleleri, HDP’nin sivil darbe ve baskılara, savaşa karşı demokrasi eylemleri yığınlarda Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı faşizan, tek adam rejimine karşı tepkilerin artmakta olduğunu göstermektedir. Bunlar maalesef bugün birbirinden kopuk eylemler olarak gelişmektedir. Birinin diğerinin eylemine sahip çıkması, birbirlerine destek olması, işçi ve sendikaların avukatların, aydınların, gençlerin, kadınların yanında, aydın ve avukatların, gençlerin ve kadınların da işçilerin eylemlerinin yanında yer alması kaçınılmazdır. Bunların hepsinin birden HDP’nin eylemlerine katılması gerekmektedir. Komünistlerin ve devrimcilerin görevi eylemler arasındaki bu kopukluğu gidermek, destek ve dayanışmayı ve bunların hepsinin bir mecraya akmasını sağlamaktır.

 HDP ve demokrasi mücadelesindeki yeri

 Bugün yığınların Erdoğan’a karşı vermekte oldukları politik mücadelenin örgütü HDP olması gerekir. HDP çoğunlukla bir Kürt partisi olmakla birlikte, bugün artık o; Kürt ve Türk tüm Türkiye halklarının, sol ve demokratik güçlerinin en geniş ittifakının partisidir. Onun güçlendirilmesi ve Erdoğan’ın karşısına Türkiye halklarının, demokratik güçlerin temsilcisi olarak dikilmesi Erdoğan’ın korkulu rüyasıdır. Çünkü Erdoğan biliyor ki, HDP ile birlikte kendi faşizan tek adam rejimine son verecek olan yığınlar ve demokratik güçler demokrasi mücadelesini daha da derinleştirecekler, Türkiye’nin demokratikleşmesi, savaş ve saldırganlığı bitirip ülkemizin ve bölgemizin barışa, halkımızın huzur ve refaha kavuşması, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin, Türk, Kürt ve diğer Türkiye halklarının demokratik cumhuriyetin kurulması için mücadeleyi devam ettireceklerdir. Bu nedenle de HDP’nin ilk etapta Erdoğan’a karşı mücadeleyi başa almakta ve alması gerekmektedir. Erdoğan’ı yenen yığınlar sonra gerçek demokrasiye doğru gideceklerdir.

 HDP’nin bir Türkiye partisi olarak bugün ki işlevi 1960’lı yıllardaki TİP’in işlevine benzemektedir. O zaman Türkiye işçi sınıfı, gençliği ve aydını, Kürt ve Türk halkı TİP saflarında yer almış, burjuvaziye meydan okumuş ve onun iktidarını titretmişti. Hatırlamakta yarar var, Behice Boran Urfa milletvekiliydi. Bugün de bu faşizan iktidarı sarsmak, yıkmak HDP saflarında birlikte mücadeleyi gerektirmektedir.

Strateji ve taktiğimizin merkezinde Kürt sorunu

Yoldaşlar,

 Dünyada iki sistem, sosyalizm ve kapitalizm varken sınıf savaşı da iki sistem arasında cereyan ediyordu. Her ülkedeki sınıf savaşı, barış ve demokrasi mücadelesi, devrim sorunu, ulusal kurtuluş hareketi sistem savaşının seyrine ve sonucuna bağlıydı. Komünist partileri de strateji ve taktiklerini buna göre saptıyorlardı. Reel sosyalizm yıkıldı, sistem savaşı bitti. Komünist partilerin strateji ve taktikleri de değişikliğe uğradı. İşçi sınıfının mücadelesi yine enternasyonaldir. Ama şimdi çıkış noktası kendi ülkeleri, kendi kapitalizm, emperyalizmine, onun entegre olduğu uluslararası tekellere ve finans kapitale karşı mücadeledir.

 Reel sosyalizm sonrasında bizim strateji ve taktik saptamalarımız da değişti. Türk devletinin 100 yıldan beri Kürtlere diğer halklara karşı uyguladığı inkâr ve imha politikası ve bu politikaya karşı Kürt halkının direnişi ve Türk devletinin Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaş strateji ve taktiğimizin merkezinde bulunmaktadır. Türkiye’nin sınıf mücadelesi demokrasi mücadelesiyle, demokrasi mücadelesi de Kürt sorunuyla iç içedir. Kürt sorunu çözülmeden sınıf, demokrasi ve barış mücadelesinin gelişmesi, önünün açılması çok zordur. Demokrasi gelişmeden Kürt ve diğer sorunların çözümü de çok zordur. Nereden başlamalı sorusuna yanıt, hep birlikte Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimini sonlandırmak için mücadele olmalıdır.

 Strateji ve taktiğimizi tartışırken, saptarken ülkemizin Kürt ve ulusal sorun, kimlik, din ve kültür sorunu gibi özgüllüklerini enine boyuna ele almamız gerekmektedir. Avrupa’da çoktan çözülmüş olan bu sorunlar 100 yıldan beri devam eden, üstü sürekli örtülen ama tekrar tekrar nükseden Türkiye’nin temel yapısal sorunlarıdır. Bunlar Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğu, toplumsal, sosyal, politik yapısının ne olduğu, böyle bir yapının nasıl bir ceberut devlet ve cumhuriyet yarattığı sorunlarıdır. Bu sorunlar 100 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu çökerken ortaya çıktı, tartışıldı ve zorbalıkla “çözüldü”, ama bu sorunlar bitmedi, bugün o günkünden daha keskin karşımıza çıkmaktadır.

 Her şeyden evvel şu saptama yapılmalıdır. Türkiye Anadolu ve Trakya’yla çok halklı, çok dilli ve dinli, çok kültürlü bir ülkedir. Türkler 1000 yıldır bir türlü Anadolu’ya ve Trakya’ya yerleşemediler. Hâlâ bu ülkenin yabancısı gibidirler. Burası yurt mudur, vatan mıdır, karar vermiş değiller. Her sene 29 Mayıs’ta kendi ülkesini, en son 24 Temmuz’da Ayasofya’yı yeniden fetheden, bu ülkenin kıymetini bilmeyen bir anlayış, bir iktidar var karşımızda. Kapılar açılsa bu güzelim ülkede kimse kalmayacak, herkes Avrupa’ya göç edecek. Türkler Anadolu’ya geldiler, ama bu topraklara vatan olarak bakamadılar, bu topraklarda yaşayan kadim halklarla ortak bir yaşam kuramadılar. Bu sorun Osmanlı çökerken daha belirgin ortaya çıktı. Türkler nerede, kimlerle ve nasıl yaşayacaklardı? Cevap bekleyen sorundu.

 Nasıl bir Türkiye, nasıl bir devlet konusunda üç öneri

 Osmanlı yıkılırken yeni ülkenin ve yeni devletin nasıl olacağı konusunda üç görüş belirdi: Birincisi, İttihatçıların ve Kemalistlerin görüşü. Türkler dışında tüm halklar imha veya asimile edilmelidir. İkincisi padişah ve hilafetçilerin görüşü: Müslüman halklar dışında Hıristiyan ve diğer kültürden olan halklar imha edilmelidir. Halife önderliğinde Müslüman bir devlet yaratılmalıdır. Üçüncüsü azınlıkların ve komünistlerin görüşü: özgür halkların özgür birliği temelinde federatif şuralar cumhuriyeti kurulmalıdır. Bu üç görüşten İttihatçıların ve Kemalistlerin görüşü üstün geldi. Sorunu geçici olarak çözmüş oldular. Önce İttihatçılar ve hilafetçiler birlikte Hristiyan halkı yok ettiler, Ermenilere ve diğer Hristiyan ve başka dinlerden halklara soykırım uyguladılar, insanlık adına utanılacak katliamlar gerçekleştirdiler. Mustafa Kemal Mustafa Suphileri Karadeniz’de katlettirdikten sonra özerk, federatif şuralar cumhuriyeti yaratma olanağı da ortadan kalktı. Cumhuriyet ilan edilirken laik bir devlet kurma adına hilafetçiler baskıyla susturuldu. Cumhuriyeti ilan ettikten sonra da Mustafa Kemal başta Kürtler olmak üzere Anadolu’daki Türk olmayan tüm halkları Türkleştirmeye, asimilasyona, inkâr ve imhaya tabi tuttu. Türkiye Türklerindir, dendi. Kürtler bunu kabul etmedi. Direnişe geçtiler. Bugün hala direniyorlar. Kemalizmin kurduğu laik, ceberrut, inkârcı ve imhacı Türk Cumhuriyetinin sonu gelmiş, miadı dolmuş durumdadır.

Bugün de 100 yıl sonra yine aynı sorunla karşı karşıyayız. Nasıl devlet, nasıl cumhuriyet? Yine üç görüş var. Kemalist görüş, Kürtlerin, azınlıkların ve komünistlerin görüşü, dinci-hilafetçilerin görüşü, Kemalistler Batı yanlısı, modern ve laik cumhuriyetin arkasına sığınarak ceberut, inkâr ve imhacı, baskıcı ve zulümcü Türk devletini devam ettirmek istemektedirler. Kemalistin hangi türü olursa olsun, ister CHP’lisi, ister Ergenekoncusu, inkâr ve imha politikasından geri adım atmadığı, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kabul etmediği sürece demokrat olamazlar. Onların Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı parlamenter demokrasi için mücadelelerini desteklemekle veya onlarla birlikte hareket etmekle, Erdoğan’a karşı bir cephe oluşturmakla demokratik bir ittifak kurulmuş olmaz. Türkiye halklarının eşit, özgür, özerk, demokratik ortak yaşamını savunan bir cephe ancak demokratik bir ittifak olabilir. Ama Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimi bizim ve tüm demokratik güçlerin önünde büyük bir engel olduğu için Erdoğan’a karşı her girişimi desteklemek gerekmektedir. Eğer bu mücadelede demokratik güçler yığınları kazanabilirse, Erdoğan rejimine son verme mücadelesinde etkin bir rol oynayabilirse, o zaman ülkenin demokratikleşmesinin önü açılabilir. Ama şu an Erdoğan daha iktidarda, en güçlü dönemlerinden birini yaşıyor. Ama insanın en güçlü olduğu dönem onun aynı zamanda en güçsüz, zayıf olduğu dönemdir. Eğer o çok güçlü gözüküyorsa, bunun nedeni demokratik güçlerin örgütsüzlüğüdür. Bunun için Erdoğan’a muhalif tüm güçleri bir cephede toplamak günümüzde en acil görevdir.

 Bugün Kürtlerin, azınlıkların ve komünistlerin görüşü ise hâlâ eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde tüm Türkiye halklarının ortak demokratik cumhuriyetini yaratmaktır. Bu mücadele önce Erdoğan’a karşı mücadelede, demokratik hak ve özgürlükleri kazanmayı, buradan da demokratik cumhuriyet için demokratik bir cephe kurmayı gerektirmektedir.

 Erdoğan’ın faşist, selefist iktidarına karşı çıkalım

 Dinci ve hilafetçilerin görüşü de hâlâ faşist, gerici, Vahabist-Selefist bir Müslüman cumhuriyet kurmaktır. Bunlar batı yanlısı Kemalist ceberut devlete karşı alttan alta yürüttükleri iktidar mücadelesini 2002 senesinde AKP-Fethullahçı ortaklığında kazanarak büyük bir hamle yaptılar. Takîyye yaparak Avrupa Birliği, Kürt sorunu, demokrasi gibi sorunlara taraf gözüktüler, vesayetçisi Kemalist devlete karşı saldırıya geçtiler. Erdoğan orduda Kemalist etkiyi kırdıktan sonra önce Kürtlere ve demokratik güçlere sırt çevirdi. Sonra Fetullahçılarla ittifakı bozdu. 15 Temmuz darbesini Allah’ın lütfu görüp halkın iradesini hiçe sayıp ülkede sivil darbe üstüne sivil darbe yapıp kayyımlar atayıp, Meclis ve yargıyı, polis ve orduyu arkasına, MHP’yi de yanına alıp kendi İslami faşizan tek adam rejimini kurmaya başladı. Toplumda akla dayalı Aleviliğin ve Hanefiliğin yerine nakle dayalı Vahabi-Selefist Sünni-İslamı ikame etmekte çok yol alındı. Diyanet İşleri Başkanı Şeyhülislamdan daha güçlü konumlara getirildi. Elinde kılıç fetih mesajları vermeye başladı. Birçokları son günlerde tartışılan erkek-kadın eşitliğini öngören İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırma girişimlerine, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, hilafetin geri getirilmesi tartışmalarına bakıp ‘’1923’de laik cumhuriyetin’’ kaldırılıp İslami cumhuriyetin ilan edilmesine bir ramak kaldı demektedir. Bu Müslüman devlette Kürtlere, diğer halklara ve kültürlere, sol ve demokratik güçlere yer yoktur. Onlara reva görülen ya Erdoğan’a itaat ve biat etmek ya da yok olmaktır.

 Kürt sorunu ve CHP-Erdoğan işbirliği

 Erdoğan önce İslam kardeşliği ve ümmet anlayışı ile Kürtleri kazanmanın, Kürt Özgürlük Hareketini marjinalleştimenin hesabını yaptı. Ama bu hesap tutmadı. Kürtler özgür olmak ve ortak yaşam için bir statüye sahip olmak istemektedirler. Kürtlerin bu ortak özerk yaşam istemini bölücülük olarak gören Erdoğan her yönden Kürtlere tekrar tekrar saldırıya geçti. Onun planı Kürtlerin önder kadrolarını imha etmek, hapishanelerde çürütmek, kalanını da asimile etmektir. Bu politikayla Erdoğan Kemalistlerle aynı çizgide buluştu. Ergenekonculardan CHP’nin ezici çoğunluğuna kadar Kemalistlerin Erdoğan’ı desteklemelerinin nedeni Erdoğan’ın Kürt Özgürlük Hareketini boğmakta ki kararlı tavrıdır, nerede olursa olsun, Bakur’da, Başur’da, Rojava’da Kürtlere karşı yürüttüğü barbar, kirli savaştır. Erdoğan da Kemalistler gibi vatanı ve milletiyle bölünmez Türk devletini milliyetçilik ve İslam temelinde ilelebet yaşatmak istemektedir. Bir zaman Kemalistlerin dillerinden düşürmedikleri Türk-İslam sentezi temelinde tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek din söylemi bugün Erdoğan’ın dilinde Kemalistinden yurtsever demokratına kadar geniş yığınları peşine takmakta en önemli belgi olmuştur. O bu çıkışla hem Türklüğün ve Türk devletinin mücahidi kesilmekte hem de kendi faşizan, otoriter tek adam rejimini stabilize etmeye çalışmaktadır.

 Zımnen de olsa Kemalist çevrelerin desteğini kazanan Erdoğan, yarattığı milliyetçi, şoven hava içinde geniş yığınları ve ortada olan ilerici, demokrat yurtsever çevreleri nötralize etmekte, Kürtlerin istemlerine hak veren sol, demokratik, devrimci çevreleri de PKK yanlısı, terör destekçisi, bölücü suçlamalarıyla, keyfi tutuklamalarla susturmaya ve sindirmeye çalışmaktadır. Erdoğan’ın bu politik manevralarını çıkmaza sokmanın yolu, yalnız CHP değil Millet İttifakının tüm partilerini ve yeni kurulan Gelecek ve DEVA partisini Erdoğan’ın otoriter tek adam rejimine karşı harekete geçirmek ve Erdoğan’ı yenmek için Kürtlerin, HDP’nin desteğinin gerekli olduğunu kamuoyunda yaygınlaştırmak ve bunu toplumsal bir iradeye dönüştürmektir. Demokratik cumhuriyet için demokratik ittifak bu mücadeleler içinde doğacaktır.

Sınıf savaşı, demokrasi mücadelesi ve Kürtlerin özgürleşmesi iç içe bir süreç

Yoldaşlar,

Erdoğan AKP’si 18 yıldır ülkeyi yönetmekte. Halkın birikimini, ülkenin zenginlik kaynaklarını yağmalayarak tekelci Kemalist burjuvazinin yanında kendine bağlı İslami bir tekelci burjuvazi yarattı. Bunlar hazineyi yağmalayarak palazlandı, uluslararası tekellerle entegre oldu. Artık Türkiye eski Türkiye değildir. O orta büyüklükte bölgesel emperyalist bir güçtür. Türk devleti bölgede hem büyük devletlerin ‘taşeronu” konumunda, hem emperyalistleşen Türkiye’nin etki sahasını genişletme çabası içindedir. O bu gücünü Irak’ta, Suriye’de, Libya’da yürüttüğü savaşlarla göstermektedir. O bu savaşlarla hem Osmanlı yayılmacılığını diriltmek, hem de güçlenen Türk tekellerine yeni Pazar olanakları yaratmaktadır. Ama bu savaşlar ülkenin kaynaklarını yiyip bitirmekte, ülkeyi içinden çıkılmaz ekonomik krize sokmakta, pahalılık enflasyon sürekli artmakta, atılan her kurşunun parası halkın cebinden zorla alınmaktadır. Halk yokluk ve sefalet içinde savaşa karşı tepki göstermekte ve savaşın esas nedenini anlamaya çalışmaktadır.

 Bu savaşların esas nedeni, Erdoğan’ın Türk devletine ve kendi iktidarına karşı en büyük “tehdit” olarak gördüğü Kürt Özgürlük Hareketini boğmak ve Müslüman kardeşlerin liderliğini, halifeliği elde etmektir. O bu emellere uluşmak için İŞİD’le, El Kaide ile işbirliğinden çekinmemektedir. Bu İŞİD’çi, El Kaide’ci barbar, cani cihadistleri Rojava’da Kürtlere karşı kullanmakta, Libya’da paralı asker olarak savaştırmaktadır. Erdoğan Ege’de, Doğu Akdeniz’de gerilimi arttırmakta, dünyada saldırgan bir Türkiye imajı yaratmaktadır. Erdoğan devletinin barbarlığı Türk halkına mal edilmektedir. Erdoğan’dan kurtulmak, onun bu savaş ve saldırgan politikasını sonlandırmak Türklerin Kürtlerle birlikte ortak mücadelesini gerektirmektedir.

 Türklerin Kürtlerle birlikte Erdoğan’a karşı verecekleri bu mücadeleler içinde Türkler hem kendilerini hem de Türkiye’yi tanıyacaklar. Bu ülkede Türklerden başka halklar olduğunu bilince çıkaracaklar. Anadolu’da yaşayabilmek için bu halklardan çoğunu katlettiklerini öğrenecekler, Ermenilere uygulanan soykırımla, Asuri, Süryani, Keldani, Ezidi halklarına, Pontus Rumlarına, Çerkezlere ve diğerlerine yapılan katliamlarla, tüm tarihiyle yüzleşecekler. Cumhuriyet döneminde Kürtlere, en başta Dersimlilere karşı yapılan katliamları sorgulayacaklar. Bu halklardan özür dileyecekler. Sonra isteyenlerle eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamak istediklerini beyan edecekler. Türklerden hem Anadolu’daki, hem bölgedeki, hem dünyadaki halklara bir daha bir tehdit ve kötülük gelmeyeceğini taahhüt edecekler. Bunun garantisi de özgür halkların eşitlik temelinde özgür birliği ve istediği an ayrılma hakkının olmasıdır.

 Bu nedenle diyoruz ki, sınıf savaşı yalnız işçilerin ekonomik hak arama mücadelesi değildir. Sömürüye karşı, kapitale, emperyalist tekellere karşı sınıf mücadelesi, Erdoğan’ın Kürtlere ve Ortadoğu halklarına verdiği savaşlara karşı barış mücadelesini yükseltmektir. Sınıf savaşı Türkiye’yi demokratikleştirecek olan Kürt halkının mücadelesini desteklemektir, milliyetçiliği, şovenizmi kırıp enternasyonal anlayışla savaşan Kürt halkının yanında yer almaktır. Kısaca sınıf savaşı bugün Kürtlere, Ortadoğu halklarına, komşularına savaş açan tekelci kapitalin temsilcisi Erdoğan’ın faşizan rejimine karşı savaş açmak, onu yıkmak, demokrasinin önünü açmak, halkların eşit ve özgür demokratik cumhuriyetini yaratmaktır. Sosyalist devrime giden en kestirme yol demokratik cumhuriyet yoludur.

Partimizi ayağa kaldıralım! Nerede bir komünist varsa TKP ordadır!

Yoldaşlar,

Partinin likidasyonunun ve reel sosyalizmin yıkılışının üstünden 30 seneden fazla zaman geçti. 30 sene sonra bir araya gelebildik. Toplanmamız neden bu kadar uzun sürdü sorusu haklı bir sorudur. 1988’de TİP’le birleşme kararının alındığı son TKP kongresinden sonra Şiko ve Yelkenci yoldaşlar birleşme sürecine engel olmamak için geri çekildiler. Birleşme parti kararıdır, uygulanmasını engellemek disiplinsizliktirSovyetler Birliği’nin 1989’da beklenmedik çöküşü bu durumu değiştiremezdi. 2001’de “TKP” adında legal bir parti ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu partinin ne olduğu araştırılınca Nabilerin de zımnen onay verdiği Troçkist bir grubun TKP ismini diskredite etmek için, hükümetin, devletin izniyle, icazetiyle bir girişim olduğu anlaşıldı. Sanki Ekim 1920’de Mustafa Kemal’in resmi TKP olayı tekrar ediyordu. Bunun üzerine Şiko ve Yelkenci yoldaşlar “disiplin buraya kadardır” deyip TKP’yi yeniden TKP’lilerin ele alması için harekete geçtiler. Yapılan görüşmeler gösterdi ki, herkes Nabilere karşı, ama partiyi ayağa kaldırmanın yolu olarak da, kendine komünist diyen herkesin bir araya gelip çoğulcu bir anlayışla partiyi yeniden kurmayı öneriyorlardı. Bu ise Nabilerin gittiği birleşme yolunun bir başka türüydü. Likidasyonun devamıydı. İlkesizliğin yeni bir örneği idi. Onlara göre Marksçı-Leninci partiye gerek yoktu, “herkesin” katıldığı bir kongre toplansın, bir MK seçilsin, Parti kurulsun. Anlayış bu idi.

 Komünist partisi ise böyle kurulmaz ve ayağa kaldırılamazdı. Komünist partisi ancak Marksizm-Leninizm ilkeleri temel alarak kalkındırılabilirdi. Bu parti proletarya diktatörlüğünü, proleter enternasyonalizmini savunan, demokratik ve sosyalist devrimlerini aşamalı bir bütün olarak gören, Türkiye’de Kemalizmle ve Kemalist devletle bağını koparan, sınıf savaşının barışçıl ve barışçıl olmayan yollarını karşı karşıya koymayan, Kürt ve ulusal sorunun demokratik çözümünü sınıf savaşının önünde duran ilk görev olarak anlayan, işçi sınıfının çelik disiplinine uyan komünistlerin, devrimcilerin gönüllü birliği olmalıydı. Bu ilkeleri savunan komünistleri bulmak kolay olmadı. Bir düzineden fazla toplantılar yapıldı. Geldiğimiz yer burası. Partimiz TKP’yi sayılan ilkeler temelinde yeniden ayağa kaldırma görevi artık burada toplananların omuzlarındadır. Bunu başarıp başaramayacağımızı, bu toplantımızın tarihi bir gün, tarihimizde bir dönüm noktası olup olmayacağını tarih bizlere gösterecektir. Bunu başarmak bizim elimizdedir. Bunu başarmak için Marksizm-Leninizm gibi güçlü bilimsel bir silah, uluslararası alanda Marks, Engels, Lenin’den, Stalin’den, ülkemizde Suphilerden, Bilenlerden gelen zengin bir deney var. Biz bu deneylerle partimizi ayağa kaldırmak için buradayız!

Partimizin 100. kuruluş yılı işçi sınıfımıza, emekçi kitlelere, Türk, Kürt ve tüm Türkiye halklarına kutlu olsun.  

Nerede gerçek bir komünist varsa TKP oradadır, vardır, yaşıyor ve savaşıyordur.

Yaşasın TKP!

Yaşasın Marksizm, Leninizm!