TKP’nin Kuruluşunun 91. Yıl Dönümü Toplantısı

TKP-1920’nin

TKP’nin Kuruluşunun 91. Yıl Dönümü Toplantısı

 

Değerli Yoldaşlar,

 

Partimiz, Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunun 91. Yıldönümünü anmak ve kutlamak için bir aradayız. Anmak, var olmaktır, direnmektir, yaşama azmini südürmektir. Bir anlayışı, bir politikayı, bir geleneği, bir davayı yaşatmaktır. Kutlamak mücadele azmini bilemektir ve geliştirmektir.

 

Ülkemizde işçi sınıfı var oldukca, onun avangart kolu, savaş örgütü TKP de var olacaktır. Komünist Manifestosunun ilanından, Leninci yeni tip bir partinin doğuşundan günümüze kadar bu böyledir. Her ülkenin Marksist-Leninist temelde bir komünist partisi olur. Kendisine komünist diyen her parti, komünist partisi değildir. Kendisine komünistim diyen herkes komünist değildir. Komünist, Marksizm-Leninzmi, proleteryanın dünya görüşü olan diyalektik ve tarihsel materyalizmi doğru kavrayan, işçi ve emekçi yığınları bu temelde burjuvaziye ve onun düzenine karşı her türlü savaş biçimiyle örgütleyen partili kişidir. O, hem ulasal alanda, hem de uluslararası alanda ödünsüz proleteryanın çıkarlarını savunur ve ulusal kurtuluş savaşlarını bu temelde destekler, egemen burjuvazinin milliyetçiliğine teslim olmaz. Ne Marksizm-Leninzm ideolojisinden ödün verir, ne de devrimci mücadeleden kaçar. Ne Marksizm-Leninizm ne de Stalin düşmanlığı yapılmasına göz yumar.

 

1920 de Mustafa Suphi’nin kurduğu ve sonra Bilen’in yönettiği TKP böylesine bir partidir. Bunu görmek istemiyen, zamanında komünistlik kisvesi altında partiye sızmış olan unsurlar bugün bir yandan TKP’liyim, hatta Suphici ve Bilenciyim diye ortaya çıkıyor. Diğer yandan Şefik Hüsnü gibi Komintern’i aldatan kemalist, oportunist birini savunuyor. Onlar Suphi, Bilen, Salih Hacıoğlu, Nazım Hikmet gibi yöneticilerimizi Şefik Hüsnü ve onun gibileriyle “tarihimizdir” diye aynı kefeye koyuyor, böylece tarihimizi çarpıtıyor, Marksist-Leninistleri oportunistlerle harmanlamaya kalkıyor. Böylesi bir oportunizmi bugün partimize dayatan bu kişiler, bununla yetinmeyip partiden atılmış ve Şefik Hüsnü’nün takipcisi olan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Vedat Türkali, Rasih Nuri Ileri, Behice Boran gibilerini partimize dayatmaya kalkıyorlar. Bunlar, bu kişilerin partimizle bağlarının kalmadığını ve her birinin partinin kararı dışında birer parti kurduklerını, 5. Kongreye kadar partiye karşı yıkıcı faaliyetler sürdürdüklerini bilmelerine rağmen yapıyorlar. Yaşayan ve ölen bu kişiler üzerine partimizin yayınlarında bol bol yazılar vardır. Ayrıca kendilerinin de yazıları ortadadır.

 

Bu bakımdan diyoruz ki, TKP’nin varolması, yaşaması için geçmişte TKP’li olmak ve günümüzde TKP’liyim demek yetmez. TKP’liyim diyenin, Mustafa Suphi’nin, Bilen’in geleneğini, onların anlayış ve politikasını, onların devrimci ruhuyla yaşatması, savunması ve sürdürmesi gerekir. Şefik Hüsnü ve onun gibilerinin geleneğine sahip çıkanlar, Suphi ve Bilen’i kendilerine kalkan edinmeye kalkanlar katıksız bir şekilde oportunistlik yapanlardır.

 

Nedir Mustafa Suphi’den Bilen’e kadar uzanan bu gelenek? Geçmiş yıllarda bunun üzerinde sık sık durduk. Bu yıl da bir kez daha kısaca durmak gerekiyor. Zira son zamanlarda Mustafa Suphi’den Bilen’e kadar uzanan geleneği savunuyoruz diye ortaya çıkanlar, partinin adını ve amblemini kullananlar çoğaldı. Bunlar parti tarihini sahiplenme adına çarpıtıyorlar, kalpazanlık yapıyorlar.

 

Suphi’den Bilen’e kadar uzanan gelenek Bolşevik gelenektir. Bolşevik gelenek Marksizmde Leninci anlayıştır. Leninci anlayış emperyalizm çağının Marksizmidir ve toplumu bilimsel maddi temelde inceleyen diyalektik ve tarihsel materyalizmi kendine rehber edinen, proleteryanın burjuva diktatörlüğünü devirip, kendi diktatörlüğünü kuracağı tesbitini devrimci bir ruhla savunan anlayıştır. Bolşevizm oportunizmin, revizyonizmin, reformizmin, troçkizmin, şövenizmin, milliyetciliğin her türüyle ardıcıl savaşmayı, enternasyonalist bir tutum ve tavır almayı gerektirir. Suphi ve Bilen geleneğini savunanlar, Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde sosyalizm kuruculuğundaki deneyimlere, özellikle Stalin döneminde sosyalizm kuruculuğundaki kazanımlara, proleterya diktatörlüğüne büyük bir değer biçer, bunların günümüz mücadelesinde pratik ve teorik olarak büyük bir hazine oluşturduğunu tesbit eder. Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin çöküşünün nedenini, sosyalizm kuruculuğunda Kruşçov’la birlikte başlayan kırılmada, yani Marksist-Leninist ilkelerin terkedilmesinde, revizyonizmde görür. 1953’den sonra Kuruşçov’la başlayan bu küçük burjuva oportunist çizgi yaşamın her alanında hakimiyet kurmuştur, Gorbaçov gibi bir hain buradan çıkmış ve karşı devrimin başını çekmiştr.

 

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla dünya işçi ve komünist hareketi 20 yıldan beri karşı devrimle aldığı büyük yenilginin etkisi altındadır. Dünyada güçler dengesi değişti, hemen hemen dünyanın her tarafına yeniden kapitalizm, emperyalizm egemen oldu. Bu, küçük burjuva oportunistlerinin bir komünist partisine, bir sosyalist devlete, düya komünist ve işçi hareketine vurduğu en büyük darbedir, karşı devrimdir. Emperyalistler her ülkede, çok yönlü, çok KP’li antimarksisit, antileninst pluralist, çoğulcu,  bir anlayışı egemen kıldılar, enternasyonalizmi parçaladılar. Buradan çıkarılacak ders Marksizm-Leninizmden uzaklaşmak değil, onu ardıcıl bir şekilde savunmak ve her zaman yaratıcı bir şekilde yeni koşullarda uygulamaktır. Parti saflarını sürekli oportunistlerden, revizyonistlerden arındırmak ve hem parti içinde hem de dışında, işçi hareketinde ve bağlaşıklar arasında oportunistlere karşı amansız olarak ideolojik, politik ve ötgütsel bir savaş yürütmektir. Bolşevik demek toplumun gelişme yasallıklarını doğru bilmek ve tanımaktır. Her koşulda çıkan engelleri  aşmak için kararlı şekilde savaşmak ve yaratıcı olmaktır.

 

Bolşeviklik enternasyonalizmdir. Her türlü ırkçılığa, sosyal şövenizme, büyük ulus milliyetçiliğine karşı gelmektir. Suphi ve Bilen birer proleter enternasyonalistiydiler. Onlar için ilk proleter devleti olan Sovyetleri, sosyalizmi savunmak, her türlü ulusal baskıya, inkar ve imhaya karşı çıkmak, komünizmin olmazsa olmaz koşuludur. Hem Suphi, hem Bilen Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını ardıcıl savunmuşlardır.

 

Partimizi Bolşevikleştiren Mustafa Suphi’dir. Mustafa Suphi Sinop Kalesinden Rusya’ya kaçtıktan sonra Lenin’le, Stalin’le tanıştı, Bolşevik oldu, Lenin’in partisine üye oldu. 1. Dünya Savaşında Rusya’ya esir düşmüş Osmanlı askerlerinden ilk komünist hücreleri, kızıl alayları kurarken, onları Bolşevik ruhla yetiştirdi. Bu komünistler dünyanın ilk sosyalist iktidarını, Sovyetleri, Beyaz Ordulara, emperyalist güçlere karşı savundu. Sonra Mustafa Suphi bu Bolşevik ruhla yetişen komünistleri Istanbul’a, Anadolu’ya yolladı. Bunlar Türkiye işçi ve köylülerinin Bolşevizmle tanışmasını sağladı.

 

Mustfa Suphi’nin Anadolu’ya gönderdiği komünistler çalışmalarında, ajitasyon ve propagandalarında büyük başarı sağladılar. Ilk komünist bolşevik hücrelerini oluşturdular, legal komünist partisini kurdular, Mecliste Halk Zümresi altında komünistlerin etkin olduğu bir grup oluşturdular. Komünistlerin bu çalışması ve Rusya halklarının başarısı sonunda Anadolu halkında Bolşevizme karşı büyük bir sempati uyandı. Ulusalcısından islamcısına kadar en geniş güçlerin katılımıyla, Çerkez Ethem’le birlikte “Yeşil Ordu”u kurdular. “Yeşil Ordu” Moskova’yla irtibata geçti. Ülkeye dalan emperyalistlere karşı ilk kurşunu sıkan komünistlerdir, “Yeşil Ordu”dur. Resmi tarihin öğrettiği gibi Mustafa Kemal ve taraftarları değildir. Istanbul’da Padişahlığa, Ingilizlere karşı ilk direnişi örgütleyen komünistlerdir, Mustafa Kemal’in yandaşları değildir. 28 Ocak1921 de Mustafa Suphiler Mustafa Kemal tarafından katlettirildi. Böylece ulusal kurtuluş savaşının antiemperyalist özü boşaltıldı. Bundan sonra bu savaş emperyalizmin güdümünde bir savaşa dönüştü. Kemalistler bugüne kadar bu savaşı antiemperyalist olarak halkımıza yutturmuştur ve hala yutturmaya devam ediyorlar.

 

Suphilerin katlinden sonra Salih Hacıoğlu Ankara’da partimizin ikinci kongresini topladı. Bakü’deki 1. Kongreye ve Ankara’daki 2. Kongreye çağrılı olmasına rağmen gitmeyen Şefik Hüsnü, 1924 de partimizin başına getirildi. Kendisi Jean Jaures’ci küçük burjuva bir sosyalisti. O, partiye oportunist, Troçkist, Kemalist, milliyetçi bir çizgiyi dayatmaya kalktı. 20’li, 30’lu yıllarda partinin Kemalizm konusunda, Kürt konusunda milliyetçi politikalar izlemesinin sorumlusu Şefik Hüsnüdür. Ona karşı Mustafa Suphi’nin Bolşevik çizgisini en ardıcıl savunan Nazım Hikmet ve I. Bilen oldu. Şefik Hüsnü’nün oportunist çizgisi partimize büyük zararlar verdi. Foyası ortaya çıkınca da Komintern’deki görevinden alındı, örgüt işlerinden uzaklaştırıldı. Şefik Hüsnü’nün oportunist çizgisi kesin kes 1973 Atılımıyla partide yenildi. Partiye yeniden Suphi’nin Bolşevik çizgisi egemen oldu. Bu gelişmede Bilen’nin katkısı çok büyükür. Bilen Stalin’in Marksist-Leninist çizgisinden hiç bir zaman taviz vermemiş, hem Sovyetler Birliği’ni savunmuş, hem de Kuruşçov, Brejnev ve Gorbaçov oportunizmine karşı çıkmıştır.

 

Partimizde bu Bolşevik dönem maalesef uzun sürmedi. Sovyetler Birliği’nin ağır baskıları sonunda 1983 yılında yapılan 5. Kongrede Nabi Yağcı yönetimindeki küçük burjuva ekibinin partiye egemen olmasıyla, partimiz yeniden bir kırılma yaşadı. Bu Kongre likidasyonun başlangıcıydı.  Bu Kongreyle Bolşevik dönem tekrar sona erdi, Markscı-Leninci çizgi terk edildi, oportunist reformist bir çizgi izlenmeye başlandı. Özde birer sosyal demokrat olan  TIP ve diğer sosyalist partilerle birleşmeye gidilerek parti likide edildi. Mustafa Suphi ve Bilen geleneğini savunanların, partimizin bu likidasyon süresini çok iyi anlamaları gerekir. TIP’le birleşme, TIP’in Marksizm-Leninzm temelinde TKP ile birleşmesi değildir. TIP’le birleşme Marksist-Leninist TKP’nin sosyal demokrat TIP’e ilhakıdır. Bunun gerçekleşmesinde belirleyici güç Sovyet yöneticilerinin baskısıdır, hiç bir zaman gerçek bir TKP’li olmayan Nabi ve etrafında toplanan küçük burjuva grupların Merkez Komitesindeki çoğunluğudur. Üyelerin çoğunluğu, TIP’le, TSIP’le birleşmenin Sovyet baskısı sonucunda olduğunu ve bunun partiyi likide edeceğini göremedi, çünkü onlar kendilerine böyle bir bilgiyi verecek yönetimden yoksundular. Bilen TIP’le ve diğer sol partilerle birleşmeye kesin kes karşıydı. O, Türkiye’nin hem TKP’ye hem de TIP’e ihtiyacı olduğunu savundu. Ama Sovyetlerin baskısı sonunda bu menfur birliği onaylamak zorunda kaldı. Partideki bu yeni oportunist çizgiye dayanamıyarak kısa bir zaman sonra da öldü. Bu birliğe Bilen’le birlikte başından beri karşı çıkan siyasi bürodan iki yoldaş azınlıkta kaldılar, likidasyona giden yolu önleyemediler. Parti kararı gereği SIP-TKP kuruluncaya kadar bu yoldaşlar sustular. Kararlara uydular.

 

Kendisinin Suphi ve Bilen geleneğini savunduğunu söyleyenlerin bir çoğu partimizin likidasyonunu ya hiç anlamıyor, ya da hiç anlamamak istemiyor. Bunlar hala, Bilen öldükten sonra Nabi’nin de partide bir kırılma olduğunu kabul ettiği 5. Kongre kararlarının likidasyonu getirdiğini görmek istemiyor. Bunlar da Nabilerin yaptığı gibi kendisine TKP’li,  komünist, sosyalist, marksist, Troçkist, devrimci diyen herkesi toplayıp bir komünist partisi çatıştırmaya çalışıyorlar. Bunlar 4-5 gruptan oluşuyor. Ideolojik olarak aralarında bir fark olmamasına rağmen birleşemiyorlar. Bunlardan kimileri Marksist-Leninst dönemin kapandığını söyleyerek komünist partisinin artık Leninist tipde bir parti değil, çoğulcu bir parti olması gerektiğini savunuyor, kendisinin Leninist değil Marksist olduğunu söylüyor. Bu yaklaşım ise Nabi Yağcı’nın, Zülfü Dicleli’nin ve kimi sendika ağalarının yoludur. Bunların tümü sözde her ne kadar Nabilere ve onların sosyal demokrat çizgilerine karşı olduklarını söyleseler de, pratikte onların gittiği yolda gidiyorlar ve Şefik Hüsnü çizgisini takip ediyorlar. Bunu yapanların çoğu kariyeristir, kendi küçük burjuva dar grupcu hırs ve çıkarlarını partinin ve işçi sınıfının çıkarlarının üstünde görenlerdir. Bunlar yalnız TBKP’de, SBP ve BSP’de, YDH’da, ÖDP’de toplanmadılar. Amaçlarına ulaşamayınca Gümüldür’de toplandılar, sonra yine 3’e, 4’e bölündüler. Bugün hala değişik adlar altında likidasyona devam ediyorlar.

 

TKP Türkiye proleteryasının partisidir, onun devrimci avangart koludur, TKP Leninci yeni türden bir partidir, bilimsel olan bir dünya görüşüne, Marksizm-Leninizm silahına sahipdir. TKP çelik disiplinli, tek yumruk gibi hareket eden, aynı yere vuran ve vurduğu yerden ses getiren komünistlerin gönüllü birliğidir. Disipline uymak istemeyen, demokratik merkeziyetciliği benimsemiyen, komünistliği boş zaman “meşgalesi” olarak gören, kendi bireysel özgürlüğünü, kişisel kararını, örgüt özgürlüğü ve kararının üstünde gören partili olamaz. Suphi-Bilen geleneğini savunan TKP’liler için partide pluralist, çoğulculuk, bol yönlülük, küçük burjuvalık, Stalin düşmalığı olamaz. Parti saflarında, milliyetçiliği, Kemalist anlayışı savunanlara, Kürt konusunda milliyetçi, Kemalist tavır alanlara yer olamaz. PKK öncülüğündeki Kürt halkının ulusal kuruluş direnişini haklı görmeyenlerin, onu terörist yaftasıyla suçlamaya kalkanların partimizde yeri yoktur. Bu unsurlar kendisine törörizmi kalkan edinip burjuva milliyetçiliğini, sosyal demokratların sosyal şövenizmini yayıyorlar. Her koşulda ayrılma hakkı yok gibi safsatalarla Lenin’i tepetaklak ediyorlar. Bu yaklaşım Suphi-Bilen geleneği ile asla bağdaşmaz. Kendisine TKP’liyim, Suphici ve Bilenciyim diyenlerin görevi, inkar ve imhaya, asimilasyona karşı direnen Kürt halkın direnişini, başkaldırısını bugün önkoşulsuz desteklemektir.

 

Suphi’den Bilen’e uzanan gelenekte böyle Bolşevik bir parti anlayışı vardır. TKP yeniden yapılandırılırken bu Bolşevik ilkelerden hareket edilir, bu ilkelerden asla ödün verilmez. Önce bu Bolşevik ilkelerde ideolojik ve politik olarak ortak bir görüşe varmış eski ve yeni TKP’lilerin birliği gerekir. Belli bir örgütlülük düzeyi sağlandıktan sonra partinin konferans ve kongresi hazırlanmaya, merkez organları oluşturulmaya başlanır. Politik ve ideolojik birliği sağlamadan likidasyonun izlerini taşıyan, kendi başına “buyruk” 3-5 kişinin bir araya gelmesiyle bir aile şirketi kurar gibi komünist partisi kurulamaz, böyle bir yaklaşımla TKP yeniden yapılandırılamaz. Bu likidatörlüktür. Partimiz hep bu gibi likidatörlerle savaşa gelmiştir. Partimiz yeniden yapılandırılırken, yeni üyeler alınırken, eskiler atılırken Marksist-Leninist ilkelere, partimizin tüzüğüne koşulsuz uyulacaktır. Ne Martovculuğun ne de anarşistliğin partimizde yeri vardır.

 

Yoldaşlar,

 

Bu dağınıklık bugün yalnız  bizim partimizde görülen bir fenomen değildir. Avrupa’daki komünist partilerinin hemen hemen tümünde benzer durumlar vardır. Reel sosyalizmin çöküşünden 20 yıl sonra dünya işçi ve komünist hareketindeki bu zayıflık ve dağınıklığın hala devam etmesi, yalnız reel sosyalizmin çöküşüyle, bu çöküşle birlikte alınan ağır yenilgi ve darbeyle açıklanamaz. Burada komünist parti yöneticilerindeki ideolojik ve politik savrulma en büyük rolü oynamaktadır. Bu partilerin ve yöneticilerinin çoğu reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte Marksist-Leninist ilkeleri terketti, anti Stalinist bir konum aldı. Sol birlikler oluşturmaya kalktı. 20 yıldan beri bu oportunist virüsü yayıyorlar. Bu zamane komünistlerin çoğu demokratik sosyalizmi savunan Avrupa sol partilerin kuyruğuna takıldılar, sosyal demokrat konumlarda yer aldılar. Hatta adı komünist partisi kalanların çoğu da bu oportunistlerin yedek güçü haline geldi. Bu hem eski sosyalist ülkelerdeki, hem de Batı Avrupa ülkelerindeki komünist partilerinin hemen hemen tümü için geçerlidir. Burjuvazi de Stalin’e saldırarak, Troçki’yi göklere çıkararak bu gelişmeyi körükledi. Komünist partilerini toplumda birer küçük marjinal grup haline getirdi. Bu partiler bugün işçi sınıfını devrimci ruhta eğitecek, burjuvaziye karşı baş kaldırılarda onlara öndelik edecek birer Markscı-Leninci avangart partiler değillerdir. SIP-TKP’nin bu sözde komünist partileriyle kolayca ilişki kurmasının altında onların bu anitmarksist, antileninist, Troçkist tutumları, Stalin düşmanlığı etkileri yatmaktadır.

 

Reel sosyalizmin çöküşüyle alınan yenilgi ağırdır, ama önemli olan yenilmek değil teslim olmamaktır, Marksizmin-Leninizmin bayrağını yüksek tutmaktır, bunun için komünist partisi saflarını arı-duru tutmaktır, işçi sınıfıyla ve emekçi yığınlarla, sendikalarla, gençlik, kadın, çevre hareketiyle devrimci sıkı bağlar kurabilmektir. Bugün burjuvazi yalnız en büyük düşmanı reel soyalizmi yenerek büyük bir zafer elde etmedi. O, altın çağını kendi ülkesinde ve uluslararası alanda komünist partilerini dumura uğratarak yaşamaktadır. Burjuvazinin karşısında bugün onu gemleyecek bir güç yoktur. Burjuvazi, işçi sınıfına, emekçi yığınlara istediği gibi saldırıyor, onların ekonomok, sosyal, politik, demokratik kazanımlarını istediği gibi buduyor. Ekonomik krizin birinden çıkıp diğerine giriyor, krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına istediği gibi bindiriyor. Bu yalnız 2008 krizinde değil, günümüzde Yunanistan’da patlak veren ve dünyayı sarmaya başlayan krizde de böyledir.. Tek boyutlu dünyada emperyalistler kendi çıkarları uğruna dünyayı yeniden dizayn ediyorlar. Bu da  bugün terör yaftası altında yapılıyor. Bunun için BM’i, NATO’yu kullanıyor. Militarizm dün de bugün de onun temel silahıdır, bununla hem vurgunlar vuruyor, hem psikolojik savaşı yürütüyor. Afganistan, Irak, “Arap Baharı” da dahil Libya, Suriye, Mısır, Tunus’da yaşananlar, örgütlü, devrimci önderlikler tarafından yönlendirilen hareketler değildir. Bunlar yığınların birikmiş sorunlarını çözemiyen emperyalist uşağı yöneticileri yeni uşaklarla değiştirmek için yapılan dizayn hareketleridir, bu ülkelerde oluşacak devrimci hareketin önüne geçmektir. Emperyalistler bu dizaynda Türkiye’yi bir maşa olarak kullanıyorlar. Onlar Türkiye’ye başta Kürt sorunu olmak üzere iç sorunlarının çözümünde AKP Hükümetine destek verirken, dışta da Türkiye’yi Iran, Irak, Suriye’ye karşı kalkan olarak kullanıyor. Erdoğan da bu dizayda eş başkanım diye hem böbürleniyor, hem de Osmanlı padişahı edasıyla sağa sola saldırıyor. Bununla Kürt siyasi hareketi karşısındaki başarısızlığını örtmek istiyor. Emperyalizme olan uşaklığını layıkıyla yerine getirebilmek için uçaklarıyla, tanlarıyla, toplarıyla Amerikan desteğinde sürekli Kürtlere saldırıyor. Erdoğan’ın esas amacı bir daha geri gelmeyecek şekilde Kürt ulusal hareketini, onun devrimci mücadelesini hem dağda, hem şehirde ezmektir, hem gerillasını, hem legal siyasi hareketini yok etmektir. Onun bu konuda kafası açıktır. Ana nafile, Onun “açılımları” ve zik-zaklı politikaları yalnız Kuzey Kürdistan’da değil, hem Güney, hem de Doğu ve Batı Kürdistanda iflas etmiştir. Kürt halkı ulusal kurtuluşu için önderliği etrafında her günkünden daha güçlü konuma gelmiştir. Kürt hareketi devrimci bir harekettir, devrimci bir yönetime sahiptir. 30 yıldır savaşmaktadır. Kürt halkının sorunu “Arap Baharının” sorunlarından temelden farklıdır. 4’de parçalanmış bir halkın, bir ulusun varlık-yokluk sorunudur. Kürt sorunu son 30 yılda Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu, ekonomik, politik, ideojik yaşamın her alanını etkileyen en başta gelen sorundur. Bu sorun çözülemiyor, hiç bir kükümet bu sorun karşısında dayanamıyor. Emperyalist güçler de kendi iç sorununu çözemeyen bir Türkiye’yi istediği gibi kullanıyor.

 

 

Yoldaşlar

 

Bugün Türkiye’de Suphi-Bilen geleneğindeki TKP’ye olan gereksinim her zamankinden daha fazladır. Bu ülkemizin içinde bulunduğu durumla ilgilidir. Türkiye bugün bir yol ayırımına gelmiştir. Hatta yol ayırımını yaparak tehlikeli bir yola girmiştir. Ülkemizi büyük tehlikler beklemektedir. Eğer Erdoğan durdurulamazsa bu tehlike ulusal bir felakete dönüşebilir. Onun için Erdoğan acilen durdurulmalı, geriletilmeli ve yenilmelidir diyorsak bu, ülkemizi ve halklarımızı bekleyen büyük tehlikeden dolayıdır.

 

Bugün Türkiye’de bazı sol demokrat ve liberaller bu tehlikeyi hiç görmek istemiyorlar. Onlar için Türkiye sivilleşmekte, hatta demokratikleşmektedir, ekonomik olarak gelişmekte ve kalkınmaktadır, iyiye doğru gitmektedir. Oysa Türkiye otoriterleşmekte ve faşistleşmektedir. Ülkede kalkınma denen şey ise, dünyadaki sıcak paranın kur garantisi ve yüksek faiz nedeniyle ülkeye akması sonucunda sağlanan ekonomik hareketlilikten başka bir şey değildir. Türkiye’de hala araştırma ve geliştirmeye, üretime dayalı istihdamı arttıran, dış ticaret açığını kapatan bir ekonomik gelişme yoktur. Generaliyle, Istanbul ve Anadolu sermayesiyle bir avuç tekelci azınlık halkı sömürüyor, ülkeyi talan ediyor, Kürtlere karşı savaşa oluk-oluk hem kan hem para akıtıyor. Akan para halkın sırtından çalınan paralardır. Bu paralar yerli ve yabancı tekellerin cebine akıyor. Akan kan çocuklarımızın kanıdır. Türk ve Kürt aileleri  savaşa Erdoğan gibi çocuklarını gödermezse bu kan durur, paralar da toplumun refahı için kullanılır.

 

Bugün Türkiye’nin önünde duran en büyük tehlike burjuvazinin iki kanadı arasındaki çatışmada üstünlüğü sağlayan islami burjuvazinin temsilcilerinin, Erdoğan ve AKP yöneticilerinin Amerikan şemsiyesi altında Feytullah cemaatinin desteği ile Türkiye’yi yeni baştan faşist bir zihniyetle dizayn ediyor, yapılandırıyor olmasıdır. Türkiye faşist bir yapılanmaya doğru gidiyor. Türk faşistleri ülkede ellerine tarihsel bir fırsat geçirdiler. Erdoğan ve çevresi 60’lı yılların komünizimle mücadele dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği gibi Kürt ve komünist düşmanı milliyetçi, kafatascı, turancı derneklerinden gelmedir. Bunlar Büyük Islam Birliğini, Büyük Turanı savunan Atsızların, Erbakanların, Türkeşlerin, Muhsin Yazıcioğlu’nun yetiştirmesidir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül böyledir. Basında yazan Mümtaz’er Türköne, Hüseyin Gülerce, Fehmi Koru ve daha niceleri böyledir. Öldürülen Abdullah Çatlı da bunlardandı. Bugün bunlara Feytullah’ın cemaatinde militanlaşmış, CIA’nın, Avrupa güvenlik servislerinin eğitiminden geçmiş yeni elemanlar katılmaktadır. Bunlar Zaman Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Star Gazetesi, Takvim gazetesi gibi gazetelerle ve sayısız sitelerle kamuoyu oluşturuyor, halkın beynini yıkıyor. Hitler ve Goebels yöntemleri uyguluyorlar. Erdoğan’ın çıplak faşist diktatörlük hevesi her gün daha çok kabarıyor, halkı korkuyla, terörle sindiriyor, onu manupule edebilmek için Hitler faşistleri gibi Kürtlere, komünistlere, demokratik güçlere iftiralar yağdırıyor, kara çalıyor, sinsi politikalar uyguluyor.

 

Bunların bu faşist politikaları en belirgin olarak Kürt sorununda, Kürdistan’daki savaşta ve Orta Doğu’daki bölgesel bir savaş konusunda ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz hızla hem bir iç savaşın, dem de bölgesel bir savaşın içine doğru sürüklenmektedir. Kürt sorununda sözde barışcıl bir çözüm istiyormuş gibi gözüküp, hem Kürt hem Türk kamuoyunu seçimlere kadar oyalayan Erdoğan, daha seçim kampanyası sırasında Kürt halkına, onun önderine, PKK’ya, DTK’ya, BDP’ye karşı ateş püskürmeye başladı, gözünü kırpmadan ülkeyi bir iç savaşa sürükleyeceğini gösterdi. Seçim sonrasında Kürt tarafından, özellikle Imralı’dan, Öcalan’dan gelen barış önerilerini elinin tersiyle itti. AKP’de toplanan bu neofaşistlerin, yeni Osmanlıcıların, emperial islamcıların başı olan Erdoğan, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Mustafa Kemal’in, Menderes’in, Demirel’in, Türkeş’in ve generallerin bastıramadığı Kürt isyanlarını, Türiye devrimci hareketini ben bastıracağım, “kökünü ben kazıyacağım” diye öne atılıyor. Bu hareketlerin örgütlerini, özellikle BDP’yi, DTK’yı ve onların eylemliklerini terörist yaftasıyla suçluyor. Onları halktan koparmaya, izole etmeye çalışıyor. Bunun için Kürt halkının, PKK’nın, DTK ve BDP’nin üstüne askeriyle, polisiyle, Özel Harekat Timleriyle, savcılarıyla, hakimleriyle, basın ve medyasıyla, en kaba ve en ince yöntemlerle yürüyor, içerde bir taraftan köy korucularını kullanırken, diğer taraftan dışardan ısmarlama getirttiği kimi Kürt aydınlarıyla “parçala-hükmet” taktiğini uyguluyor.

 

Bugün AKP Hükümeti Kürt halkına karşı toptekün politik, ideolojik, psikolojik ve askersel bir savaş açmış durumdadır. 17 Ağustostan beri Kandil’i, Kuzey ve Güney Kürdistan’ı havadan ve karadan bombalamaktadır. Ordu Güney Kürdistan’a bir harekat için harekete geçirildi. Türkiye’de ise Kürdistan dağlarında askeri operasyonlar, şehirlerde de polis baskınları, yığınsal tutuklamalar, insan avı, faşistlerin, gericilerin linç eylemleri aralıksız sürüyor. Kürt özgürlük savaşçılarını yenemediği için, silahsız halka, onun legal partisi BDP’ye, DTK’ya, sivil örgütlerine, meslek kuruluşlarına, kadın ve gençlik ürgütlerine saldırıyor, seçilmiş politikacılarını, belediye başkanlarını, meclis üyelerini zindanlara tıkıyor, onları temerküz kampları gibi kamplarda toplanmaya girişiyor. Kürt halkının önderine karşı ağırlaştırılmış tecrit uyguluyor. Hem askerin, hem gerillanın ölmediği, tabutların gelmediği bir gün yok. Türk ve Kürt anaları hergün göz yaşı döküyorlar. Erdoğan için, generaller için, yerli ve yabancı tekeller için savaş kar, yağlı bir kuyruktur, insan cesetleri üstünden servete servet katmaktır. Kapital karı gördü mü, ne asker anasını, ne de gerilla anasını düşünür. Savaşa devam der.

 

Erdoğan yalnız Kürt halkına karşı meydan okumuyor. Tüm komşu halklara, Suriye’ye Iran’a,  Irak’a, Irak Kürdistan Federe Yönetimine, Ermenistan’a, Kıbrıs’a, Yunanistan’a, Israil’e karşı da meydan okuyor, tehditler savuruyor. Komşularla sıfır sorun politikası değil, gerilim, savaş politikası izleniyor. Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan Somali’ye, Yemen’e kadar Osmanlının izlerini takip ediyor, yayılmacı, islamcı emperial politiklar izliyor. Orta Doğu’da ABD’nin maşalığına soyunarak Suriye’ye girmeyi planlıyor, Iran’la bir savaşı göze alıyor. Eylül başında açıklanan ve Türkiye topraklarına NATO çerçevesinde yerleştirilecek olan NATO, ama özde ABD füze kalkanı tamamen Iran’ı ve Rusya’yı hedef almaktadır. Bu kalkan daha şimdiden bu komşu ülkelerle ilişkilerin gerilmesine neden olmaktadır. Yalnız Mavi Marmara nedeniyle değil, Doğu Akdeniz’deki egemenlik sorunu nedeniyle de Israil’le ilışkiler gerginleşti. Hükümet Doğu Akdeniz’e Donanmayı göndermeyi planlıyor, boş ve kof laflarla Israil’e tehditler savuruyor. Yine Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve Israil’in ortaklaşa çıkaracakları doğal gaz girişimini engelleyeceğini ilan ediyor. Tüm bu gelişmeler Orta Doğu’daki gerilimi arttırıyor, daha da arttıracaktır.

 

Değerli Yoldaşlar,

 

Bu gidişi durdurabilmek, savaşı önleyip barışı sağlmak için Erdoğan’ı durdurmak, geriletmek, AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak gerekiyor. Bu acil ulusal bir görevdir. AKP destekcisi kimi liberaller seçimlerde % 50 oy alan AKP’yi devirmenin mümküm olmadığını söylüyorlar. Bu boş bir laftır. Zira bunun mümkün olduğunu Kürt halkı seçimlerde gösterdi, her gün de meydanlarda değişik eylem biçimleriyle Türkiye ve dünya kamuoyuna gösteriyor. Bu zalimlerle mazlumlar arasındaki savaş,  kim-kimi savaşı olarak her gün yaşanıyor.

 

Bugün Türkiye’de iki ayrı gelişme vardır. Kürdistan’da Kürt halkı ulusal baskıya, AKP Hükümetine, yerli yabancı tekellerin, emperialst güçlerin sürdürdüğü savaşa karşı direnirken, Türk aydınları, kendisine solcu, devrimci, eski TKP’li diyenler bu gelişme karşısında susuyor. Devletin ve AKP Hükümetinin bu devrimci durumu karşı devrime çevirmek için sürdürdüğü askeri ve polisiye opersyonları görmemezlikten geliyor. Bu sözde solcu, devrimci, komünist, demokrat ve liberaller bir hakem veya arabulucu edasıyla, hem PKK’ya hem devlete eşit uzaklıkta duruyor, hem PKK’ya hem devlete eleştirel yaklaşarak tarafsız olduğunu söylüyor. Bu kabul edilemez. Çünkü devrimci bir insan tarafsız olamaz. Biri, yani Kürt halkı hakkını istiyor, diğeri, devlet ise, ona silahla cevap veriyor. Bu durumda tarafsızlık açık oportunistliktir, asla devrimci bir tutum değildir. Böylesi bir tavır devletin ve Erdoğan’ın yürüttüğü  psikolojik savaşa yarar.

 

Bugün ezilen her halk gibi Kürt halkının da direnme hakkı vardır ve Kürt toplumu bu hakkını kullanıyor, imha ve inkara, asimilasyona karşı direniyor. Eskisi gibi yaşamak istemiyor, politik bir statü istiyor. Bunun için demokratik özerklik diyor, barış ve demokrasi içinde eşit haklı birlikte yaşam diyor. Erdoğan ise Kürt sorunu yoktur, Kürt yurttaşların sorunu vardır diyerek, Kürtlerin hiç bir kollektif hakkını kabul etmiyeceğini ilan ediyor, Kürtlerin bireysel haklarla yetinmesi gerektiğini yayıyor.

 

Kürt halkının istediği ve ilan ettiği demokratik özerklik kararı yalnız Kürt sorununun kalıcı barışcıl bir çözümü için tek yol değil, tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi ve tüm Türkiye halklarının birlikte yaşamasını sağlamak için tutulacak günümüzdeki en doğru yoldur. Buna rağmen Erdoğan’ın destekcisi bir çok Türk demokrat ve liberali demokratik özerklik ilanının yersiz ve zamansız olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Kürt halkının demokratik özerklik ilanı tam zamanında ve yerinde yapılmıştır. DTK özerkliği ilan etmeden önce bunu Kürt halkının onayına sundu. Seçim sürecinde halk özerkliği onayladı. Ne Erdoğan, ne de onun kalemşörleri bu konuda bir eleştride bulundu. Kürt halkı ise demokratik özerklikle nasıl bir anayasa, nasıl bir ortak yaşam konusunda tek taraflı olarak kendi fikrini beyan etmiştir. Ancak demokratik özerkliği içerecek bir anayasanın demokratik olacağını belirtmiştir.

 

Ayrıca Kürt halkının, kendi yaşamı konusunda fikir beyan etmesi, birlikte yaşam için demokratik özerklik ilan etmesi veya ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını kullanması için hiç bir devletten izin almaya, icazet almaya ihtiyacı yoktur. Bu onun en doğal hakkıdır. Bu hak bütün halklar için geçerlidir. Uluslararası hukuk da bunu böyle emreder. Tüm Türk sol aydın ve demokratlarının, liberallerinin bunu bilinçe çıkarması gerekir. Her halk gibi Kürt halkının da kendi kaderini belirleme hakkını istediği yönde kullanma hakkı vardır. O uzun süre bir diğer halkla birlikte yaşamış olsa bile, istediği zaman yine ayrılabilir. Bu her halkın doğuştan gelen hakkıdır. Biri bu hakkı silah zoruyla gasp etse de başarıya ulaşamaz. Bu toplumsal bir yasallıktır. Bunun aksi jenosittir, yok etmektir. Bunun başlangıçı dilin inkarı ve onun getirdiği sonuçlardır. Dilin gasp altında tutulması, o anadilde, yani Kürtçede düşünmemek demektir, 5 duyum organını imha etmek demektir. Bu benim gibi düşüneceksin, yoksa sana yaşam hakkı yoktur demektir. Bunu Türk devleti pratikte her gün uyguluyor.

 

Kürt halkı demokratik özerklik kararıyla bir kez daha, Türk halkıyla ve diğer tüm Türkiye halklarıyla demokratik özerklik temelinnde birlikte yaşamak istediğini beyan etmiştir. Kürt halkının demokratik özerklik kararı tüm Türkiye halklarının coşkuyla selamlamaları gereken bir karardır. Demokratik özerklik ülkede savaşın sona erdirilmesi, sürekli bir barışın sağlanması, Türkiye’deki tüm halkların kendilerini özgürce ifade etmesi, birlikte, kardeşce yaşamasının, kaynaşmasının, Türkiye’nin demokratikleşmesinin temel ön koşuludur. Demokratik özerklik tüm Türkiye halklarının çıkarınadır. Sosyalizme açılan yolun en kısasıdır.

 

Türkiye Komünist Partisi TKP-1920 tüm Türkiye halklarını, işçi sınıfını ve emekçilerini demokratik özerkliğe sahip çıkmaya çağırır. Demokratik özerkliğin hayata geçirilmesi önümüzde duran en acil görevdir. Demokratik özerklik yalnız Kürdistan için değil, tüm Türkiye içindir, yalnız Kürt halkı için değil, tüm Türkiye halkları içindir, Türkiye’nin demokratikleşmesi içindir. Demokratik özerkliğin demokratik bir Türkiye’nin oluşturulmasında, demokratik bir anayasa yapımında temel anlayış haline getirilmesi gerekmektedir. Demokratik özerklik Türkiye’de hala varolan faşist merkezi sistem ve yapı yerine, ona taban tabana zıt, en demokratik merkeziyetci bir yapıyı yerleştirmede tutulacak ana halkadır. Demokratik özerklik, her bölgenin ve her bölgedeki halkın ulusal, etnik, kültürel, ekonomik ve sosyal temelde kendi öz yönetimlerini oluşturduğu, merkezi hükümetle yerel hükümetin, yerel hükümetle merkez hükümetin ilişkisini belirleyen demokratik merkeziyetciliğin temel ilkesidir. Özerk bölgelerde yaşayan her halkın yönetim organlarında temsil edilmesi gerekir. Merkezi yönetim de özerk bölgelerden bütün halkların temsilcilerinden oluşur.

 

Bugün Türkiye’de faşist, ırkcı, inkarcı, Kemalist ve cemaat zihniyeti yerine, demokratik özerklik anlayışı temelinde özgür ve demokratik bir cumhuriyetin, buna uyan bir anayasanın yapılması zorunluktur. Bu anayasada Türkiye’deki bütün halklar sayılmalı ve onların hakları garanti altına alınmalıdır. Böylece Türkiye Cumhuriyetinin çok uluslu ve çok kültürlü bir devlet ve millet olduğu gerçeğini kabul edilmelidir. Bugünkü Türkiye toplumu yaklaşık 32 değişik ulusal etnik gruptan oluşmaktadır. Bunlar içinde ulus olan ve ulusal azınlık olan kesimler vardır. Ulus olanlar Türkler, Kürtler ve Lazlardır. Azınlık olanlar, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Yahudiler, Romanlar, Çerkezler, Gürcüler, Abhazlar, Şkiptaret (Arnavutlar), Boşnaklar ve diğer Balkan ve Kafkas halklarından olanlardır. Demokratik bir toplumda veya cumhuriyette bunlar anayasa ve yasalarla garanti altına alınmış eşit haklara, ana dilde eğitim, basın-yayın ve diğer özlük haklarının tümüne sahiptir. Biri diğerine üstün değildir. (Bu konuda okuyucularımız sitemizdeki “Ulusal sorun ve Kürt sorunu” yazısından daha geniş bilgi edinebilirler.)

 

 

Yoldaşlar,

 

Bugün Türk halkı ile Kürt halkının kurtuluş mücadelesinin ortak bir cephesinin kurulması için adımlar atılmaktadır. Bunun somut adımı 12. Haziran seçimleri için kurulan Emek, Barış ve Demokrasi Blok’udur. Kürt ve Türk sol ve demokratik güçleri simdi bu Blok’u geliştirip, genişletip, sol ve devrimci güçlerin kendi bağımsız örgütsel varlıklarını korudukları bir Kongre partisine dönüştürmek için çalışmaktadırlar. Böylesi bir birlik zorunluktur. Bu Türk ve Kürt halkına, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerine savaş açmış olan emperyalizmin uşağı Erdoğan’ı geriletmek, iktidardan uzaklaştırmak için  bir zorunluktur. Böylesi bir savaş birliği önde duran en acil görevdir. Kongre hareketi devrimci mücadelenin gelişmesinde, ülkenin demokratikleşmesinde, Kürt sorununun çözümünde büyük bir olanak yaratacaktır.

 

Biz bu girişime öncelik eden BDP’li ve Blok milletvekili arkadaşları kutlarız. Biz parti olarak bu harekete delege göndererek katılmıyacağız, fakat imkanımız olduğu her yerde Kongrenin eylemlerine katılacağız. Partimizin üyeleri Kongre hareketinin güçlendirilmesi için aktif olarak çalışmalıdır. Önümüzdeki dönemde savaşın önlenmesi, onurlu bir barışın gerçekleştirilmesi, Kürt sorununun eşitlik temelinde demokratik çözümü, demokratik bir anayasa için kollarımızı sıvayalım!

 

TKP’miz yaşıyor ve savaşıyor!

TKP’mizin bayrağını daha da yükseltelim!

 

TKP-1920                                                                          18. Eylül 2011

www.tkp-online.com