Maksizm hâlâ güncel

Karl Marx 200 yaşında- Hâlâ güncel

10. Eylül 2018: TKP 98 Yaşında!

Türkiye işçi sınıfına, emekçilere, köylülere, aydınlara, gençlere ve kadınlara, Türk ve Kürt tüm Türkiye halklarına kutlu olsun!

 

10.Eylül 1920 partimiz TKP’nin kuruluş yıl dönümü. Bu 10 Eylül 2018’de partimiz 98 yaşına girdi. 2 yıl sonra 100 yaşında olacak. Umudumuz o ki, 2020’de partimizi ayağa kaldırmış, bu zor işi bir yere kadar başarmış olalım. Partimiz TKP’nin zayıflığı bugün ülkemizin içinde bulunduğu zor koşullardan çıkışta daha çok hissedilmektedir. Erdoğan’ın faşizan rejimini geriletecek ve yıkacak, bu rejimin Kürt halkına karşı savaşını, komşulara karşı saldırılarını durduracak devrimci bir hareketin yaratılması, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, devrimci demokratik, barışsever güçlerinin bir cephe oluşturması, etkin bir mücadeleye girmesi güçlü bir TKP’yi gerektirmektedir. Erdoğan’ın milliyetci, islamist, tekci politikalarına, emperyalist yayılmacı girişimlerine karşı yığınları harekete geçirmek için çalışmalarımıza yeni bir içerik ve atılım kazandırmamız şart. Bu üye ve sempatizanlarımızın ideolojik düzeyini yükseltilmesini, yığınlarla bağlarının güçlendirilmesini gerektirmektedir. Bunun için uluslararası işçi hareketinin, partimizin tarihini, savaş deneylerini, teorimiz Marksizm-Leninizmi öğrenmelim, bunları işçi ve emekçi yığınlara aktaralım ve yığınlar içinde çalışmalarımızı hızlandıralım.

 

Bu yıl, 2018 yılı aynı zamanda teorimiz Marksizmin kurucusu Karl Marks 200 yaşına girdi. Bizim ve uluslararası işçi hareketi tarihinde böylesi yıl dönümleri üyelerin ve hareketimizin bilinç düzeyinin yükseltilmesi, Marksizm-Leninizm klasiklerinin okunması, yeni üyelerin kazanılması  için kampanyalar düzeenlenerek değerlendirilirdi. Bu geleneğe sadık kalarak, Marks’ın 200. doğum yıl dönümünü kutlamanın ve anmanın en doğru yolun, onun teorisi Marksizmi öğrenmek, temel eserlerini bir kez daha okumak, bilgilerimizi tazelemek olduğunu düşündük. Buna katkı olarak da, aşağıda Maarksizmin üç ana kolu olan: diyalektik ve tarihsel materyalizm, ekonomo politik ve bilimsel komünizm hakkında temel bilgileri içeren bir özet yaptık ve sonuna da Marks ve Engels’in Şark Meselesi veya Türk Sorunu ile ilgili makaleleri hakkında bir bilgilendirmede bulunduk. Yoldaşlarımız bunu sırf bir teşvik olarak görmeli ve Marksizm-Leninizm konusunda bilgi dağırcıklarını sürekli genişletmelidirler. Zira “devrimci teori olmadan devrimci devrimci pratik olmaz!” (Lenin).

 

Karl Marx 200 yaşında- Hâlâ güncel

 

1- Giriş

Bu yıl dünyada komünistler ve ilericiler, işçiler ve emekçiler, ezilenler ve sömürülenler kendilerinin ve tüm insanlığın baskıdan ve sömürüden kurtuluşunun yolunu gösteren, bu kurtuluşun teorisini kuran ve onu bilimsel temellere oturtan Karl Marx’ın 200. doğum yılını kutlamaktadırlar. Marx bundan 200 yıl önce 5 Mayıs 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu. Yarattığı eserler, oluşturduğu teori: diyalektik ve tarihsel materyalizm, ekonomi politik ve bilimsel komünizm insanlığın düşünce ve gelişme terihinde yepyeni bir çığır açtı, radikal bir dönüm noktası oldu. İnsanın yaratılan değil yaratan olduğunu, edilgen değil etken olduğunu, yaratarak, çalışarak, pratikte hem dünyayı hem de kendisini değiştirdiğini ve geliştirdiğini gösterdi. İnsanlığın zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine sıçrayışının mümkün olduğunu bilimsel olarak kanıtladı. Bunun için son sınıfsal toplum kapitalizmin ve onun dayandığı özel mülkiyetin işçi sınıfi ve müttefikleri tarafından kaldırılması ve baskısız, smürüsüz, sınıfsız komünist topluma geçilmesi gerekliliğini bilimsel olarak ortaya koydu. Bunu yaparken, yaşanan kapitalist toplumu derinlemesine analiz etti, onun yasallıklarını kaşfetti ve burjuvazinin kendi mezar kazıçısı proleteryayı yarattığını, proleterya tarafından yıkılışının kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu. Proleteryanın sınıf olarak, bu devrimle hem kendini, hem de tüm sınıfları ortadan kaldıracağını gösterdi

 

 

Marx 14 Mart 1883’de öldü. Ama şimdiye kadar O, burjuva apologetleri, marksologları, antikomünist ideologları, sözde filozoflar ve iktisatcıları, bilim insanları tarafindan yüzlerce kez tekrar tekrar ölmüş ilan edildi. Onların ölmüş ilan ettikleri, Marx’ın düşünce ve teorileridir, kapitalizm hakkında vardığı bilimsel yargılardır, proleteryanın tarihsel misyonudur, proleterya diktatörlüğüdür, proleteryanın kendisidir. Onlara göre kapitalizmle birlikte insanlığın gelişmesi bitmiştir. Kapitalizm, liberalizm tarihin sonudur. Ondan sonra bir sosyalist, komünist toplum yoktur. Marx yanılmıştır, kuramı bir utopyadır. Leninizm 20. Yüzyıl Marksizmi değildir. Sovyet sosyalizmi Rusya’nın bir modernleştirilmesidir. İnsanlık için oradan çıkarılacak bir ders yoktur. İnsanlığın özgürleşme mücadelesinde örnek olacak bir deney değildir.

 

Tüm bu itibarsızlaştırma girişimlerine, iftiralara, çamur atmalara ve kara çalmalara rağmen tüm bu opologetler, sözde burjuva bilim adamları, kaşerlenmiş antikomünistler kapitalizmin her krize girişinde Marx “Das Kapial” eserinde ne yazmıştı diye Marx’a, emperyalist devletlerin, uluslarötesi tekellerin her çatışmasında Lenin “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” eserinde ne demişti diye Lenin’e başvurma ihtiyacı duymaktadırlar. Marx’ın kapitalizm, Lenin’in emperyalizm konusundaki analizleri, buldukları yasallıklar pratikte her gün kendini doğrulamakta, hem Marx ve Engels’i, hem Lenin’i günümüzde capcanlı yaşatmaktadır. Bugün bir avuç sermayedar sınıfının hayal edilemeyen birikmiş zenginliğine karşın milyarlarca insanın yokluk ve sefalet içinde yaşamasının, çıkan savaşların, artan göçlerin, insanların yaşam havzalarının ve çevrenin tahrip edilmesinin nedenlerinin özel mülkiyet olduğu, kapitalist-emperyalist sömürü ve talan sistemi, uluslararası tekeller olduğu gerçeği her gün eskisinden daha çok bilince çıkmakta, özel mülkiyete dayalı bu sistemin sonlandırılması istenmektedir. Marksizm-Leninizm hâlâ insanlığın baskı ve sömürüden, savaş ve istilalardan, kısaca kapitalizm ve emperyalizmden kurtulmak için tutunacağı biricik bilimsel klavuzdur. Marksizm-Leninizm insanlığın bu baskı ve sömürüden, saldırı ve savaştan kurtuluşunun öğretisi olarak hala milyonlarca emekçinin, aydının, gencin ilham kaynağı, mücadele azmi olmaktadır. Hızla gelişen üretici güçlerin vardığı düzey çürüyen ve kokuşan kapitalist-emperyalist üretim ilişkilerinin artık aşılmasını, özel mülkiyetin kaldırılmasını, yerine toplumsal mülkiyetin konmasını dayatmaktadır. Bu görüş hızla işçiler ve emekçiler, halk yığınları arasında yayılmaktadır. Marx “Ekonomi Politiğin Gelişmesine Katkı”da şöyle der: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Üretici güçlerin gelişme biçimlerinden hareketle bu ilişkiler onların köstekleri haline gelirler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar.” 20. Yüzyılın başında kapitalizmin emperyalizme yükselmesiyle sosyal devrimler çağı başlamıştır, kapitalist üretim ilişkileri maddi üretici güçlere sürekli köstektir, bu çelişki çözüm dayatmaktadır. Biz bugün bu sosyal devrimler çağı içinde bulunuyoruz. Bugün özellikle gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde proleter sosyal devrimin objektif koşulları tamemen olgunlaşmıştır, toplum devrime gebedir. Ama eksik olan, gelişmemiş olan sübjektif faktördür. Burda görev Marksizmi-Leninizmi savunanlara, en başta komünistlere düşmektedir. Marksist-Leninst ilkeler temelinde işçi sınıfını ve emekçi kitlelerin devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, yeni türden Leninci partisinin oluşması ve gelişmesi, proleter enternasyonalizm ruhunun yükselmesi gerekmektedir.

 

Marx ve Engels proleteryanın ve ezilenlerin kurtuluşunun ve komünist toplumun kuruluşunun bilimini yaptı. Bu insanlık tarihinde büyük bir kazanımdır. Marksizm “eskimez”, zira o katı nihai, değişmez formüller, teoriler sistemi değil, yaratıcı araştırma ve aktif davranışlar için, toplumu ve insanın kendisini değiştirmesi için verilen mücadelede sürekli gelişen bir rehberdir. O dogma değildir, bir bilimdir. Doğa ve toplum bilimleri, düşüce geliştikce Marksizm de gelişir. 20. Yüzyılda değişen tarihsel duruma, toplumda ve ekonomide, teoride yeni gelişmelere uygun olarak, Marksizmi çarpıtanlara karşı savaşarak Marksizmi geliştiren Lenin olmuştur. Bunun için Leninizm 20. Yüzyıl Marksizmidir. Kim ki bu gerçeği inkar eder, Lenin’i Marks’a, Marksizmi Leninizme karşı gösterir, Marks’a hak verip kapitalizmi en sert şekilde eleştirir, ama Lenin Rusya’ya has bir fenomendir der, o baştan bir antikomünist burjuva düzenin katıksız savunucusudur. Lenin’in “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm”, “Empriokritisizm”, “Ne Yapmalı?”, “Iki Taktik”, Devlet ve Devrim”, “Komünizmin Çocukluk Hatalıkları” gibi eserleri ve bir çok makaleleri Marks’ın ve Engels’in felsefi, ekonomik, politik görüşlerini, parti, sınıf savaşı ve ittifaklar, strateji ve taktik konularındaki yaklaşımlarını geliştiren çalışmalarıdır. Lenin’in ölümünden sonra Marksizm-Leninizmi savunan ve geliştiren –tüm eksik ve hatalarına rağmen- Stalin ve Komintern, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Dünya Komünist Hareketi olmuştur. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra günümüz kapitalist dünyasındaki ekonomik, politik, düşünsel gelişmeleri eleştirip inceleyecek , genelleştirilecek bir çalışma bizleri beklemektedir. Zaman alacak, ama elbet yapılacak, başarılacaktır. Ortalığı boş bulan burjuva ideologlar özellikle bazı Latin Amerika ülkelerindeki ilerici demokratik gelişmeleri 21. Yüzyıl sosyalizmi ve Marksizmi olarak adlandırmaya kalkmaktadırlar. Sosyalizmi ve Marksizmi yeniden çarpıtmaya çalışmaktadırlar. Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler Latin Amerika’nin devrimci geleneğiyle bağlı ilerici ve demokratik güçlerin iktidara gelmesiyle sağlanan demokratik, halkcı, reformcu dönüşümlerdir. Bunlar ne sosyalizmdir, ne de komünizmdir. Bunların sosyalizme açılabilmesi, ilerde sosyalizm olabilmesi için işçi sınıfı öncülüğünde köklü ekonomik, sosyal ve politik dönüşümler gerektirmektedir.

 

Marksizn düşmanlarının tüm uğraşılara rağmen Marksizm-Leninzm çarpıtılamamıştır, o kapitalizmi yıkacak teori ve yöntem olarak dimdik ayakta durmakta, yaşamaktadır. Marks, Engels ve Lenin’in yarattığı teeori ve yöntem bugün her zamandan daha çok günceldir, işçi ve emekçilerin mücadelelerinde dayandıkları bir bilimdir, zengin bir deneyimdir. Bu bilime dayanarak kapitalist düzene son vermek ve insanlığın sömürüsüz, baskısız, sınıfsız komünizme geden yolu açmak ve bu uğurda savaşmak bizim ellerimizdedir.

 

 

2- Marks’ın öğretisi

 

Marks ve Engels, Lenin her şeyden önce birer bilm adamıydılar, teorisyendirler. Ama üniversite odalarında kendine göre teori üreten sözde bilim adamları değil, mücadelenin içinde, proleterya ve ezilenlerle birlikte savaşarak, onlardan öğrenip onlara öğreterek, pratikte yaşadıkları deneyleri genelleştirerek ve tekrar pratikte sınayarak teorilerini üreten bilim adamlarıydılar. Onlar gelişmekte olan proleteryanın mücadelesinden aldıkları güçle bu mücadeleyi yürüttüler. Marks ve Engels yaşadıkları dönemdeki İngiliz ekonomistlerin görüşlerini eleştirerek, Genç Hegerlcilerle, utopik sosyalist ve komünistlerle, anarşistlerle savaşarak teeorilerini, Marksizmi geliştirdiler. Marksizm Marks’ın ve Engels’in bilimsel görüşlerinin ve öğretisinin bütünsel sistemidir. Bu sisteme Marksizm denmesi Marks’ın 19. Yüzyılda insanlığın en gelişmiş olduğu üç ülkedeki üç düşünsel ana akımın devamcısı ve dahiyane bir şekilde tamamlayıcısı olmasıdır. Bu ana akımlardan birincisi  Almanya’da klasik Alman felsefesi, ikincisi İngiltere’de klasik Ingiliz politik ekonomisi, üçüncüsü de Fransa’da Fransız devrim öğretisyle bağlı olarak utopik Fransız sosyalizmidir. Onlar Marksizmin bu üç anadalından hareketle, diyalektik ve terihsel materyalizmi, ekonomi politiğin eleştirisini ve bilimsal sosyalizmi işçi sınıfının, proleteryanın bilimi, silahı, ideolojisi olarak yarattılar. Ama bu bilimin yaratılmasında Marks’ın rolünün ne kadar büyük olduğunu Engels “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felesefesinin Sonu” eserinde, “Ama, Hegel okulunun parçalanıp dağılmasından bir baş­ka akım, eğilim daha çıkmıştır, ki bu gerçekten meyve veren tek akım, eğilimdir ve esas olarak bu Marx’ın adına bağlıdır“ diyerek belirtir ve düştüğü dipnotta şöyle der: „Burada kişisel bir açıklama yapınama izin verilsin. Son zamanlarda birkaç kez bu teoride olan benim payıma dikkat çekildi, bu nok­tanın sonlandırılması için burda birkaç söz söylemekten kendimi alakoyamam. Marx ile kırk yıllık ortak çalışmam sırasında ve ondan önce hem teorinin oluşturulmasında hem de özellikle geliştirilmesinde benim belli bir kişisel payım ol­duğunu yadsıyamam. Ama özellikle iktisat ve tarih alanında yön verici te­mel fikirierin büyük çoğunluğu ve özellikle de bu fikirlerin keskin ifadelendi­rilişleri Marx’a aittir. Benim teoriye katkımı, olsa olsa birkaç özel bilgi da­lı dışında, Marx, bensiz de gerçekleştirebilirdi. Ama Marx’ın yaptığını ben yapamazdım. Marx, bizim hepimizi aşıyordu; Marx, bizim hepimizden daha uzağı görüyor, daha çok ve daha çabuk üsten kuşbakışı bakabiliyordu. Marx bir deha idi; biz ötekiler ise olsa olsa yetenekli kişiler. Onsuz bu teori bugün olduğu düzeyde olamazdı. Dolayısıyla teori haklı olarak onun adını taşıyor “(MEW, 21/291). Bu nedenle Marks’ın Engels’le birlikte yarattıkları bu bilime Marksizm diyoruz. Marksizm, genel bir tarifle, tabiat, tarih ve sosyal olayları, düşünceyi materyalist bir görüşle ve diyalektik bir metodla inceleyen, çözümleyen, açıklayan bilimdir. Şimdi Marksizmin üç ana kaynağına kısaca bir göz atabiliriz. (Burada aktarılanlar gerçekten marksizm hakkında genel bir fikir sahibi olunmasını sağlamak için verilen bir özettir. Daha genişce bir bilgi için LW 21/31-80’deki Lenin’in ve MEW 19/96-106’daki Engels’in Karl Marks makalesini okumakta büyük fayda vardır.)

 

 

Felsefi materyalizm, materyalist görüş

 

Dünyanın ve evrenin oluşumuna, insanın yaradılışına insanlar tarih boyunca yanıt aramaya, onu açıklamaya çalışmışlardır. Özellikle filozoflar ve bilim adamları  bu soruyla çok ilgilenmişlerdir. Bu konuda filizofların ve insanların iki türlü yaklaşımı, görüşü olmuştur: Birinci yaklaşıma göre evreni ve insanı, tüm tabiatı yaratan, doğuran, sefk ve idare eden maddi varlığın dışında bir şey değil, tam tersine maddi varlığın içinde ve onun kendisinde saklı ezeli ve ebedi kanunların yarattığı zarurettir, zorunluktur. İkincisine göre ise, onları yaratan, doğuran, sefk ve idare eden şey maddi varlığın dışında mutlak bir kuvvetin, bir tanrının veya ruhun veya fikrin iradesidir. Engels, 1840’lı yıllarda Marks’la birlikte yaptıkları çalışmalara dayanarak sonradan yazdığı “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” eserinde “Her  felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük te­mel sorunu, düşüncenin varlık ile lişkisi sorunudur“ der ve „düşüncenin varlığa, ruhun, tinin, doğaya ilişkisi, sorunu, bütün felsefelerin en yüksek sorunu“ olduğunu belirtir ve „ayrıca ortacağın skolastiğinde büyük bir rol oynamış olan düşüncenin varlığa göre durumu sorunu, ilk olanın, esas olanın ne olduğu, ruh mu, doğa mı olduğu sorunu olmuştur, ki bu sorun kilise bakımından şu keskin biçimi almıştır: dünyayı tanrı mı yarattı yoksa dünya sonsuzluktan beri var mıydı?“ Engels şöyle devam eder: „Bu soruyu şöyle veya böyle yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Ruhun, tinin, doğaya göre önceliğini, ilk esas olduğunu ileri sürenlerin, yani son aşamada ne cinsten olursa olsun bir dünya yaratıcısını kabul edenler… idealizm kampını oluşturuyorlardı. Diğerleri, doğayı ilk, esas olarak sayanlar materyalizmin değişik okullarına aittiler.“ Bu nedenle Engels “düşünce ile varlık arasındaki ilişki sorusu tüm felsefelerin, özgün olarak yeni modern felsefesinin temel sorunudur” der. Yani ilk olan nedir, tabiat mıdır, doğa mıdır, madde midir, yoksa tanrı mıdır veya ruh mudur? Marksistlere göre ilk olan maddedir, tüm gerçekliğin özü maddedir, bilinç maddeyi değil, madde bilincı yaratır. Öyleyse madde ve bilinç nedir? sorusu burada ortaya çıkar.

 

Madde, insan bilincinin dışında ve ondan bağımsız olarak varolan, duyumlarımızla algılanan ve bilinç tarafından resmedilen ve yansıtılan nesnel gerçekliktir (objektif realitettir). Objektif realite, bilincimizin dışında varolan cisimlerin, fenomen ve süreçlerin tüm farklılıklarını soyutlar, onların hepsinin ortak özelliği olarak ortaya çıkar ki, bu da onların maddeselliğidir. Engels, Marks’ın bilgisi dahilinde yazdığı Anti-Düring eserinde şöyle der: “Dünyanın birliği onun varlığına dayanmaz… Dünyanın gerçek birliği, onun maddeselliğine dayanır ve bu maddesellik… felsefe ve doğa biliminin uzun ve sıkıntılı bir gelişmesiyle isbatlanmıştır… Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hareketsiz madde ne olmuştur, ne de olabilir. Evren uzayında hareket, her gökselcisim üzerinde daha küçük kütlelerin mekanik hareketi, ısı, elektrik ya da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim, kimyasal dağılma ve bileşim, organik yaşam: Evrendeki her tekil madde atomu, her belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine ya da aynı zamanda birçoğuna birden katılır. Her hareketsizlik, her denge, yalnızca görelidir, ancak şu ya da bu belirli hareket biçimine göre bir anlamı vardır… Hareketsiz madde düşünülemediği gibi maddesiz hareket de düşünülemez. Bu nedenle, maddenin kendisi gibi, hareketin yaratılması ve yokedilmesi de olanaksızdır… Eğer… düşünce ile bilincin ne oldukları ve nereden geldikleri sorulursa, bunların insan beyninin ürünü oldukları ve insanın da doğanın, çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişen bir ürününden başka bir şey olmadığı görülür; bundan da, doğal olarak, son çözümlemede, doğa ürünleri olan insan beyni ürünlerinin, doğanın bütünü ile çelişki durumunda değil, uygunluk durumunda bulunduklan sonucu çıkar.”

Idealistlerde, özellikle Hegel’de ise durum bunun tam tersidir. Engels bu konuda Hegel’in idealizmini kısaca şöyle açıklar: “Hegel idealistti, yani kafasındaki fikirleri, gerçek şey ve süreçlerin azçok soyut yansıları olarak görecek yerde tersine, nesneler ile nesnelerin gelişmesini, dünya varolmadan önce bilinmeyen bir yerde varolan ‘idea’nin gerçekleşmiş yalın kopyaları olararak görüyordu. Bundan ötürü her şey başaşağı konulmuş ve dünyanın gerçek bağlantısı tamamen tersine çevrilmişti. Ve bazı tek-tek ilişkiler Hegel tarafından büyük bir doğruluk ve deha ile kavramış bulunmasına karşın, yukardaki nedenlerden dolayı ayrıntıda da bir çok şeyin yırtık yamaya, oyuna, yapmaçığa, sözün kısası tersine dönmesini kaçınılmaz kılıyordu. Hegel sistemi, bu niteliğiyle -türünün sonuncusu olan- büyük bir ölü doğmuş çocuktu.” Marksizimde düşünce ve bilinç, fikir insan beyninin bir ürünü, nesne ve süreçlerin beyinde yansıması iken, idealizmde, Hegel’de nesne ve süreçler dünya varolmadan önce varolan idea’nın resmedilmiş şekli, kopyalarıdır.

 

Evrende ilk olanın ne olduğu konusundaki felsefenin temel sorusuna madde diye cevap vermekle, materyalist olmakla tüm sorunlar çözümlenmiş olmuyor. Hem materyalistlerle idealistler, hem de farklı materyalist görüşler arasında mücadele bugüne kadar sürmektedir. Marks yalnız dinle, kilise ile bağlı olan idealizmle değil, o dönemde olduğu gibi bugün de yaygın olan Hume ve Kant’ın görüşleriyle, agnostisizm (bilinmezcilik), kritisizm (eleştricilik) ve pozitvizmle (olguculuk), özellikle de Hegel’in görüşleriyle mücadele etmiştir. Marks ilk yıllarda bir Hergelci idi, idealisti ve Sol Hegelci çevreye dahildi. Hem Marks, hem Engels görüşlerinin iyice biçimlenmeye başladığı 1844/45 yıllarından sonra birer materyalisttiler ve özgün bir Feuerbach materyalisti taraftarıydılar. Ama Feuerebach’ın materyalizmi Marks’a göre yeteri kadar ardıcıl ve kapsayıcı değildi. Feuerbach’ın “çığır açan” önemi Hegel idealizmiyle bağlarını kesinkes koparmış ve materyalimi ilan etmiş olmasıydı, ki bu materyalizm 18. Yüzyılda özellikle Fransa’da “yalnız din ve teoloji gibi varolan politik kurumlara karşı değil, aynı zamanda… metafiziğe karşı bir mücadele idi.” Materyalizm tarihte genellikle egemen sınıfa karşı koyan sosyal sınıfların düşüncelerinin ifade biçimi olmuştur. Örneğin materyalizm kapitalist toplumsal formasyonu oluşurken, feodalizme karşı yükselen ilerici burjuvazinin düşüncelerinin ifade biçimiydi. Bu Materyalizm o zamanın en gelişmiş tabiat bilimi mekaniğe dayandığından mekanik bir karaktere sahipti. Buna göre dünya zaman ve mekan içinde mekaniğin yasalarına göre hareket halinde olan, ne kendi varoluşu ne de hareketi için herhangi bir tabiat üssü güce ihtiyacı olmayan birbirine bağlantılı olan maddi cisimler sistemidir. Dünya dönüyordu. Bu materyalizm aydınlanmaya ve akla dayanır, ateist karaktere sahipti, teoloji ve dine karşıydı. Bu o dönem için büyük bir devrimdi, feodalizme karşı burjuvazinin elinde büyük bir silahtı. Bu burjuva materyalizmi insanların pratik faaliyetini maddeci açıdan açıklamaktan, maddi toplumsal praksisi kavramaktan yoksundu. Bu materyalizm metafizik bir düşünce tarzıyla tabiat objelerini ve olayları izole, birbiriyle olan bağlarından kopmuş olarak inceleyen, tabiatı tüm biçimleriyle değişmez kabul eden ve onlara pasif bakan ve algılayan, kontenplatif bir karaktere sahipti, dünyayı değiştirme diye bir anlayışı yoktu.

 

Feuerbach’ınki de dahil burjuva materyalizmini mekanik anlayışından gelen zayıflıklarını aşamadı, kalitatif (niteliksel) farklılıklar kantitatif (nicel) farklılıklara indirgendi ve materyalizmin ilkeleri toplumu açıklamada ugulayamadı. Tüm bu materyalist anlyayışlar: 1- daha ziyade mekaniktiler, ilimdeki: kimya, fiizik, biyolojideki gelişmeleri dikkate almıyorlardı, 2- bu materyalizm hala inhistorik bir karaktere, yani tarihsel olarak değişmeyen, antidialektik, metafizik bir anlayışa sahipti, ardıcıl, çok yanlı bir gelişme analyışından yoksundu. 3- Bu materyalizm “insansal özü” soyutsal olarak ele alıyor ve  “toplumsal ilişkilerin bütünü” olarak görmüyordu. Bunun için de dünyayı “değiştirmek” gerekirken yalnız “yorumlar” yapıyor, bu değişimi sağlayacak “devrimci, pratik faaliyeti” kavrayamıyordu. Marks şimdiye kadarki materyalizmin eksikliklerini ve yeni diyalektik materyalizmin özelliklerini “Feuerbach Üzerine Tezlar” adlı 11 tezinde dile getirmiştir. Daha çok felsefi içerikli olan bu tezleri, Marksizmin gelişmesinde sahip olduğu önemden dolayı tümünü burada veriyoruz (MEW 3/5-7):

 

FEUERBACH ÜZERİNE TEZLER

 

1

Şimdiye kadarki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki dahil) başlıca kusuru, nesnenin [Gegenstand], gerçekliğin, duyumluluğun [Sinnlichkeit]; duyumsal insan faaliyeti, pratik [Praxis] olarak değil, öznel olarak değil; yalnızca nesne [Object] ya da sezgi [Anschauung] biçiminde kavranmasıdır. Bunun içindir ki, etkin yön, soyut olarak, materyalizmin tersine, —gerçek duyumsal faaliyeti bu biçimiyle doğal olarak tanımayan— idealizm tarafından geliştirilmiştir. Feuerbach, duyumsal nesneler —düşünsel nesnelerden [Gedankenobjecte] gerçekten ayrı nesneler— ister: ama insan faaliyetinin kendisini nesnel faaliyet olarak kavramaz. Bunun içindir ki, “Hıristiyanlığın Özü”nde, yalnızca teorik tutum, hakiki insan tutumu olarak görülür, pratik ise ancak iğrenç yahudice görünümüyle kavranır ve sabitleştirilir. O nedenle de, “devrimci”, “pratik-eleştirel” faaliyetin önemini anlamaz.

 

2

Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu — bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur.

 

3

Koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. O nedenle, toplumu —biri diğerinin üstünde yer alacak biçimde— iki kısma ayırmak durumunda kalır.

Koşulların değiş[mesi] ile insan faaliyetinin ya da insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik biçiminde kavranabilir ve mantıksal olarak anlaşılabilir.

 

4

Feuerbach, dinsel kendine-yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel dünya, ötekisi cismani dünya olmak üzere ikileşmesi olgusundan hareket eder. Onun uğraşısı, dinsel dünyayı, cismani (dünyevi) temeline oturtmaktan ibarettir. Ama cismani (dünyevi) temelin kendi kendinden koparak özerk bir krallık gibi bulutlara yerleşmesi, ancak bu cismani temelin kendi içsel çekişmesi ve iç çelişkisiyle açıklanabilir. Öyleyse bu da, kendi içinde, hem kendi iç çelişkisi olarak anlaşılmalı hem de pratik olarak devrimcileştirilmelidir. Demek ki, örneğin, dünyevi ailenin, kutsal ailenin gizisi olduğu bir kez keşfedilince, bu kez de bu birincisinin teorik ve pratik olarak yok edilmesi gerekir.

 

5

Soyut düşünceyle tatmin olmayan Feuerbach, sezgi ister; ama duyumluluğu, duyumsal-insani pratikfaaliyeti olarak kavramaz.

 

6

Feuerbach, dinsel özü, insani özüne indirger. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.

Bu gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla:

1. Tarihsel akıştan koparmak (soyutlamak) ve dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut —yalıtılmış— bir insan bireyini öncülleştirmek zorunda kalır.

2. O nedenle, bu öz, olsa olsa, “tür” olarak, birçok bireyi doğal biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz genellik olarak kavranabilir.

 

7

İşte bu nedenledir ki, Feuerbach, “dinsel duygu”nun kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve tahlil ettiği soyut bireyin, belirli bir toplumsal biçime ait olduğunu görmez.

 

8

Her toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe götüren bütün giz’ler, mantıksal (akli) çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur.

 

9

Sezgisel materyalizmin, yani duyumluluğu pratik faaliyet olarak kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, tek tek bireylerin ve burjuva toplumun sezgisidir.

 

10

Eski materyalizmin bakış açısı, burjuva toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise, insancıl toplumdur veya toplumsallaşmış insanlıktır.

 

11

Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.

 

 

Feuerbach Üzerine Tezler Marks’da, Marksizmde bir dönüm noktasıdır. Bu tezler Marks’ın şimdiye kadarki felsefi düşünce ve çalışmalarının bir rezümesi niteliğindedir ve Feuerbach’ın ve ondan önceki materyalistlerlerin mekanik materyalist görüşleriyle bir hesaplaşmadır. Artık bu tezlerle birlikte, hem Marks hem Engels için Hegel ve Feuerbach taraftarlığı sona ermiş, onlar için diyalektik ve tarihsel materyalizme geçiş dönemi başlamıştır.

 

 

Diyalektik

 

Diyalektik, tabiat ve toplumun, aynı zamanda düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarının felsefi bilmidir. Diyalektik metod her şeyi, tabiatda, toplumda, düşüncede her şeyi, daimi bir akış, daimi bir değişim ve gelişme halinde görür ve ele alır. Değişim ve gelişmenin temelinde çelişki vardır. İdealist açıdan tarihte sürekli hareketliliği, değişimi inceleyen Hegel olmuştur. En kapsamlı, en içerikli, en derin gelişme öğretisi olarak Hegel diyalektiğini Marks ve Engels klasik Almaam felsefesinin en büyük kazanımı olarak görürler. Ama Hegel diyalektiği ile Marks’ın diyalektik aynı şeyler değildir. Marks “Das Kapital” eserinin ikinci basımının son sözünde, Hegel düşüncesiyle kendi düşüncesi arasında temel, köklü bir fark olduğunu şu cümleyle açıklar:

 

“Benim diyalektik yöntemim, esas olarak hegelinkinden yalnızca farklı değil, onun tam da karşıtıdır. Hegel için, onun Fikir (Idea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürdüğ düşünme süreci gerçeğin (gerçek dünyanın) yaratıcısıdır (demiurg), bu yalnızca onun dışsal görünüşünü (Phenomeni) oluşturur. Benim için ise tersine, fikirsel olan, insan kafasında (aklında) dönüşmüş ve tercüme edilmiş maddeden başka bir şey değildir.

Hegel diyalektiğinin mistik yönünü, otuz yıl kadar önce, henüz daha moda olduğu bir sırada eleştirmiştim. Ama tam da Das Kapital’in birinci cildi üzerinde çalıştığım sırada, kültürlü Almanya’da gevezelik eden hırçın, küstah ve bayağı Epigonlar (halefler)… Hegel’e saldırmanın tadını çıkartıyorlardı. Bu yüzden ben, açıkça bu güçlü düşünürün öğrencisi olduğumu itiraf ettim ve hatta, değer teorisi bölümünde yer yer ona özgü ifade biçimlerine de kur yaptığım oldu. Hegel’in elinde diyalektiğin katlanmak zorunda olduğu mistisizm, Hegel’in kapsamlı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel hareket (işleyiş) biçimlerini ilk kez ortaya koymuş (sunmuş) olduğu gerçeğini engellemez. Hegel’de diyalektik başaşağı duruyor. Mistik kabuk içersindeki akla uygun özü keşfetmek için, onun yeniden ayakları üzerine oturtmak (çevirmek) gerekiyor.

Mistikleştirilmiş biçimi ile diyalektik, Almanya’da moda olmuştu, çünkü şeylerin mevcut durumunu yüceltiyor gibi görünüyordu. Oysa aklauygun (rasyonel) biçimiyle diyalektik, burjuvazi ile onun doktriner sözcüleri için bir rezalet ve iğrençliktir, çünkü onun varolanı olumlu kavrayışında aynı zamanda onun yadsınmasının, onun kaçınılmaz çöküşünün anlaşılmasını içerir; çünkü diyalektik her oluşmuş olan biçimi (formu) hareketin akışında, yani onun geçici yanını da kavrar (hesaba katar), hiç bir şey tarafından zorla kabul ettirilmelere izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir.”

 

Engels, daha sonra bilinçli diyalektiği doğanın maddeci anlayışı yönünde kurtaranın ve doğanın gelişen bilimlerle diyalektiğin deneme tezgahı olduğunu görenin, doğada her şeyin son tahlilde metafizik olarak değil diyelektik olarak olup-bittiğini kanıtlıyanın Marks ve kendisi olduğunu söyler ve şöyle der: Diyalektik felsefede “hiç bir şey kesin, mutlak, kutsal değildir, o her şeyden ve her şeydeki geçiciliği ortaya koyar, varoluş ve yokoluşun, aşağıdan yukarıya durmaksızın yükselişin kesintisiz sürecinden başka  hiç bir şey onun karşısında duramaz, ki bunların insan beyninde salt yansıması onun kendisidir.” Bu nedenle Marks diyalektik için “dış dünya için olduğu kadar insan düşüncesi için de hareketin genel yasalarının… bilimidir”der. Hegel felsefesinin devrimci yanları Marx tarafından ele alındı ve geleiştirildi. Tabiatta, toplumda, düşüncede diyalektik gelişme diyalektiğin yasalarına göre olur. Bu yasalar biri nicel değişimlerin nitele, nitel değişimlerin de nicele dönüşmesidir veya nicelliğin niteliğe dönüşmesi, yada sıçramalı gelişme yasası, ikincisi karşıtların birliği ve “savaşı” yasası, üçüncüsü daha yüksek bir düzeyde yadsımanın yadsınmas yasasıdır. Gelişme sıçramalı, karşıtlerın birbirine dönüşmesi ve yadsımanın bir üst düzeye senteziyle cereyan eder. Diyalektiğin belirtilen bu üç temel yasası hareketin ve gelişmenin genel zorunlu ilişkilerini kapsar. Bu yasalarda çelişki, hareket ve gelişmenin özü olarak çeşitli yanlarıyla kavranır. Çelişki öğretisi diyalektiğin çekirdeğini oluşturur. Tüm olaylarda, örneğin tabiatta suuyun donması ve kaynamasından, bir toplum formasyonundan (kapitalizmden) diğer toplum formasyonuna (sosyalizme) geçişte gelişme bu yasalar çerçevesinde çelişkiler çözülerek olur ve yaşanır.

 

Özetle, Marksist diyalektik, tabiatın, toplumun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarının felsefi bilimi, karşılıkı ilişki ve bağlılıkların, dünyanın hereket ve gelişmesinin genel felsefi teorisi, düşünce ve davranışların genel metodudur. Diyalektiği idelalist bir yaklaşımla etraflı bir şekilde geliştiren Hegel olmuştur. Marx ve Engels Hegel’den hareketle ve onun idealist diyalektiğinin rasyonel özünü eleştirerek materyalsit diyalektiği yarattılar. Ama Hegel diyalektiği ile Marx ve Engels’in diyalektiği taban tabana zıttır. Hegel’in idealist diyalektiği hareketin ve gelişmenin yasalarını mutlak idenin (düşüncenin, kavramların) ilişkileri olarak ele alırken, Marx ve Engels’im materyalist diyalektiği, tabiat ve toplumun maddi süreçlerdeki hereket ve gelişme yasalarını ve onların bilgi sürecine yansımalarını ortaya koyar. Diyalektik meteryalizm Marx öncesi materyalizmle Hegel diyalektiğinin birleşmesi değil, tamamen yeni niteliksel bir durumdur. Marx ve Engels kendilerinden önceki materyalizmin zayıflıklarını, metafizik karekterini, toplumun gelişmesini maddi temelde açıklamaktaki yetersizliğini aştılar ve diyalektik materyalizmle birlikte tarihsel materyalizmi geliştirdiler, materyalizmi insan toplumunun açıklanmasını kapsayacak şekilde genişlettiler. Böylece onlar, toplumsal yaşamın yasallıklarını anlamayı sağladılar. Felsefi düşünce tarihinde ilk kez toplumsal varlıkla toplumsal bilinç ilişkisini, toplumsal üretimin ve sınıf mücadelesinin belirleyici rolünü en doğru şekilde ortaya koydular, toplumsal praksisi felsefenin temel bir sorunu olarak ele aldılar ve teori ile pratik arasında ayrılmaz bir birlik kurdular. Burada esas olan toplumsal praksisin, insanlık tarihinin diyalektik-materyalistçe kavranmasıdır. Marksist öncesi materyalizimde madde (tabiat, varlıklar) bir tarafta, bilinç (düşünce) öbürtarafta birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi, metafizik ve diyalektik olmayan bir biçimde karşılıklı dururlardı. Bilinç maddi varlığın yalnızca pasif bir refleksiydi. Maddi varlık yalnız tabiattan ibaretti. Marx ve Engels ise insan bilincinin oluşmasında ve gelişmesinde yalnız tabiatın belirleyici olmadığını, özellikle de emeğin, maddi produktif (üretken) faaliyetin belirleyici olduğunun altını çizdiler,  ki bu emek ve maddi üretken faaliyet içinde insan diğer insanlara birlikte tabiatla “uğraşır”, ona etki yapar ve onu dönüştürür, kendi de değişir, dönüşür. Aynı zamanda insan, yaşamının bu maddi üretim faaliyeti içinde kendi bilinç ve iradesinden bağımsız olarak ilişkilere girer, ki bu üretim ilişkileri bütün toplumsal gelişmenin maddi altyapısını, tabanını (Basis) oluşturur. Diyalektik materyalizmin toplumsal yaşamın izahına uygulanması, toplumsal gelişmenin maddi itici güçlerinin ve yasalarının bulunmasını, bilimsel bir toplum teorisinin işlenmesini, tarihsel materyalizmin doğmasını getirmiştir. Diyalektik materyalizm burda felsefi temeldir.

 

 

Tarihsel materyalizm, maddeci toplum anlayışı

 

Eski materyalizmin tutarsızlığı, eksikliği ve tek-yanlılığının anlaşılması “toplum bilimini… materyalist temel ile uyum haline getirmek ve bu temele dayanarak onları yeniden kurmak” gerekliliğini belirten Marks’a göre, genel olarak, bilinci, varlığın bir sonucu olarak,  tersi değil, açıklayan materyalizm, insanlığın toplumsal yaşamına uygulandığında, toplumsal bilinci de toplumsal varlığın sonucu olarak açıklar. “Teknoloji” diye yazar Marks (Kapital, Cilt 1) “insanın doğaya olan aktif tutumunu, yaşamının dolaysız üretim sürecini böylece onun toplumsal yaşam ilişkilerini ve bu ilişkilerden doğan zihinsel düşünceleri biçimlerini açığa çıkarır.”

 

Tarihsel materyalizm, maddi tarih anlayışı ve toplum teorisi toplumu bir bütün olarak ele alır, onun iç bağlarını ve ilişkilerini, süreçlerini, tüm yanlarının karşılıklı etkileşimini diyaleektik açıdan inceler, objektif yasallıklarla belirlenen gelişmesini tabii tarihsel bir süreç olarak görür. Toplumsal varlık ve toplumsal bilinç ilişkisine, insanın teorik ve pratik faaliyetine diyalektik-materyalitsçe cevap verir. Diyalektik materyalizmin tarihsel materyalizme özgü toplumsal yasallıklar, insanların bilinçli hedefli faaliyetinin ilişkileridir. Bu ilişkiler yalnız bu faaliyette ve onunla etkendir, objektif olarak vardır, yani ilişkide olan insanların irade ve bilincinden bağımsız olarak toplumsal gelişmenin yönünü belirler. İnsanlık tarihinin temel gelişme yasası olark tarihsel materyalizm, insanların politikayla, bilimle, sanatla, dinle vs. uğraşmadan önce,  her şeyden evvel kendi maddi yaşamsal ihtiyaçlarını, yani yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğunu belirtir. Maddi üretim ve üretim iliskileri toplumun temelidir (basisddir), altyapısıdır. Üstyapi denen politika, hukuk, sanat, din vs. kurumlar bu temek üzerinde yükselir. Bu altyapı-üstyapi diyalektigi taiksel-materyalizmde cok önemlidir. İnsan toplum ve tarihini kapsayacak şekilde materyalizmin temel ilkelerini, tarihsel materyalizmin ilkelrini Marx 1859 senesinde “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı” eserinin önsözünde ifade etmiştir. Bu ilkeler Marks’ın o zamana kadarki çalışmalarından süzülerek ortaya kayduğu tezlerdir, Bu tezler diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışın, insanlık tarihinin, toplum ve devrim teorisinin temelini oluşturur. Öğrenilmesi ve özümsenmesi her komünist için hava, su, ekmek kadar zorunludur, hayatidir. Bunun için bu önsözdeki tezlerin tümünü buaya aktarıyoruz:

 

„Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, geçek altyapısını (Basis) oluşturur, bu alt yapının üstünde belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapı yükselir. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecinin koşulu olur. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişme biçimlerinden hareketle bu ilişkiler onların köstekleri haline gelirler O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişmlerle birlikte, kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla alt-üst olurr (dönüşür). Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarındaki maddi, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir altüst oluşu ile, hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum (formasyon) asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında oluşmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, ekonomik-toplumsal biçimlenmenin (formasyonun) ilerici çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki (antogonist) biçimidir, antogonislik bireysel bir antaonizm anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir antogonizm anlamında; bununla birlikte burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu antogonimi (karşıtlığı) çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal formsyonla, oluşum ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.“ Yani kapitalizmin sonlandırılmasıyla  insanlık toplumunun ilk aşaması, yani barbarlık aşanası sona erecek ve sosyalizmle yeni aşaması başlayacaktır. Bu da “insancıl toplum veya toplumsalllaşmış insanlık” aşaması olacaktır.

 

Bir devrin toplumlarını, o devrin üretim ve mübadele ilişkileri, altyapı-üstyapı diyalektiği içinde incelemek marksist teorinin ruhunu oluşturur. Engels Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına yazdığı önsözde bunu şöyle ifade eder: „’Manifesto’ ikimizin müşterek çalışması olsa da, onun özünü oluşturan temel düşüncenin (fikrin) Marks’a ait olduğunu belirtmek zorunda olduğumu düşünüyorun. Bu fikir şundan oluşmaktadır:  Her tarihsel devirde, egemen olan iktisadi üretim ve mübadele (değiş-tokuş) biçimi ve bunun zorunlu sonucu olan toplumsal bölünme (örgütlenme), o devrin siyaset ve entellektüel (düşünce) tarihinin üzerine kurulduğu temeli teşkil ederler ve devrin kendisi de, ancak bu temele istinaden izah edilebilir; buna göre insanlığın tüm tarihi (toprağı ortak mülkiyet halinde tutan ilkel aşiret toplumunun dağılmasından beri) sınıf savaşlarının, sömüren ile sömürülen, egemen ile ezilen sınıfların savaşlarının tarihi olmuştur; bu sınıf savaşlarının tarihi günümüzde, sömürülen ve ezilen sınıf – proleterya -, aynı zamanda tüm toplumu bir defada ve tamamiyle her türlü sömürüden ve baskıdan, her türlü sınıf ayrılıklarından ve sınıf savaşlarından kurtarmaksızın, kendisini sömüren ve egemen olan sınıfın – burjuvazinin – boyunduruğundan kurtaramıyacağı bir aşamaya erişmiş olduğu bir gelişme dizisi teşkil eder.

Kanımca, Darvin teorisnin tabiat bilimleri için yaptığının aynısını tarih bilimi için yapacak olan bu düşüncelere her ikimiz de 1845 öncesinde, yavaş yavaş yaklaşmaktaydık. Benim kendi başıma bu doğrultuda ne kadar ilerlemiş olduğumu en iyi ‘Ingilter’de Emekçi Sınıfın Durumu’ başlıklı yapıtım gösterir. Ama  ben 1845 ilkbaharında Brüksel’de Marks ile yeniden karşılaştığımda, o bu fikri artık tamamen geliştirmiş bulunuyordu ve onu hemen hemen yukarda anlattığım kadar açık kelimelerle önüme seriverdi.” Evet tarihsel materyalizm toplumlara ve tarihe bilimsel olarak bakışı, yaklaşımı getirdi, bilimsel bir çığır açtı. Bir toplumun ekonomik alt yapısını, onu oluşturan sınıfsal ayrışmalara bakmadan bazı üst yapı kurumlarına göre toplumları belirlemeye kalkmak bilim dışı bir yaklaşımdır, idealizmdir. Tabiat, biyolojik gelişmede Darvinizm neyse, toplum ve tarih biliminde de tarihsel materyalizm, yani marksizm odur.

 

Diyalektik ve tarihsel materyalizm insan düşüncesinin vardığı en yüksek kazanımıdır, bilimde, felsefede, dünyayı ve toplumları tanımada gerçek bir devrimdir. Yukardaki alıntılarda da görüleceği gibi, maddi tarihsel anlayış varolan toplumun, günümüzde kapitalist toplumun ekonomik temellerini araştırmayı, incelemeyi gerekli kıldı. Marx “Das Kapital” eserinde bu görevi yerine getirdi. Bu eserinde O, kapitalist ekonomiyi her yanıyla ve inandırıcı verileriden oluşan geniş bir materyalle ortaya koydu ve onun objektif, etkin ekonomik yasalarını ortaya çıkardı. Artı değer yasasında Marx kapitalizmin genel hareket yasalarını keşfetti. Bununla O, proleter devrimin zaferiyle  kaapitalizmin, özel mülkiyete dayalı burjuva düzeninin sonlandırılacağını ve işçi sınıfı önderliğinde sosyalist toplumun kurulacağını isbatlamıştır.

 

Diyalektik ve tarihsel materyalizmin yaratılmasıyla onlar tabiat, toplum ve düşüncenin objektif gelişme yasalarını keşfettiler. Bu, insanlığın o zamana kadar ulaştığı pozitif bilimlerin eleştirisinin ve genellemesinin bir sonucuydu. En kapsamlı, en içerikli, en derin gelişme öğretisi olarak diyalektiğin materyalizmle bağlanmasıyla Marks ve Engels en ardıcıl materyalist anlayışı yaratmışlardır. Materyalizm felsefenin temel sorunu olan madde mi, bilinc mi önce gelir sorusuna, önce madde gelir diyen felsefi akımdır. Materyalizm karşısı idealist felesefe anlayışı ise önce, bilinç, fikir, ruh, tanrı gelir der.

 

Evet Marx artık dünyayı değiştirmek için yola çıkan ve onun nasıl değiştirileceğini bilimsel olarak gösteren bir bilim adamıydı. Onların bu biliminin temelini diyalektik ve tarihsel materyalizm oluşturur. Burda materyalizm ve diyalektik karşılıklı içiçe giren ve birbirinden ayrılmaz bir birlik oluşturan iki alandır. Marksist materyalizm ve marksist diyalektik hem felsefi teoridir, hem metodtur. Marksist materyalizm, dünyanın maddi oluşumunun, madde ile bilinç arasındaki ilişkinin felsefi teorisidir. Materyalizm, dinsel-mistik düşüncelerin yaptığı gibi dünyanın oluşumunu tabiat üssü güçlere bağlamaz, dünyayı, varoluşunu kendi maddi, doğal şekliyle, içinde varolan yasalarla açıklar. Bu nedenle materyalizmin gelişmesi bilimin gelişmesiyle sıkı sıkıya bağlıdır.

 

 

Marks’ın ekonomi öğretisi

 

Marks Das Kapital eseri için yazdığı önsözde şöyle der: “Bu eserin nihai amacı modern toplumun”, yani kapitalist burjuva toplumunun, “ekonomik hareket (işleyiş) yasalarını ortaya çıkarmaktır.” Marks’ın ekonomik öğretisinin içeriği de, varolan, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumun üretim ilişkilerinin doğuş, gelişme ve çöküşünün incelenmesi, araştırılmasıdır. Das Kapital’de de Marks kapitalist toplumu inceler  ve kapitalst toplumda meta üretimi egemen olduği için kapitalizmi araştırmaya da metanın tahliliyle başlar ve değer nedir diye sorar.

 

Değer ve artıdeğer

 

Meta ilkönce insanın gereksinimini karşılayan bir şeydir, bir nesnedir, ikinci olarakda bir başka şeyle değiştirilebilen bir nesnedir. Onun için bir metanın bir kullanım değeri, bir de değişim değeri vardır. Bir nesnenin yararlılığı onun kullanım değeridir. Değişim değeri (veya kısaca değer), her şeyden evvel, bir türden belli bir miktardaki kullanım değerinin bir başka türden belli bir miktardaki kullanım değeriyle değiştirebilme bağıntısı, oranıdır. Örneğin 25 kg buğday = 2 ayakkabı. Her gün milyonlarca böylesi değiş-tokuş işlemi gerçekleştirilir. Böylece millyonlarca kez yapılan değişimle en farkllı, biribiriyle karşılaştırılamaz olan kullanım değerleri birbirine eşitlenir. Öyleyse belirli bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde, sürekli olarak biribirine eşitlenen bu farklı nesnelerin ortak yanı nedir? Onların ortak özelliği emek ürünleri olmalarıdır. Insanlar ürünlerin değişiminde, emeğin farklı türlerini biribirine eşit kılarlar. Meta üretimi, tek tek üreticilerin farklı ürünler ürettikleri (toplumsal işbölümü) ve tüm bu ürünler değişim sırasında birbirine eşitlendiği bir tolumsal ilişkiler sistemidir. Tüm bu metalarda ortak olan şey, belirli bir produksiyon kolunun somut emeği değildir, belirli bir türün emeği değildir, aksine soyut insan emeğidir, genel olarak insan emeğidir. Bütün metaların toplam değeriyle ifade edilen belli bir toplumun emek gücü, bir ve aynı insan emek gücüdür. Milyonlarca değişim işlemi bunu kanıtlar. Bunun sonucu olarak, her ayrı meta yalnızca toplumsal olarak gerekli emek zamanının belirli bir bölümünü temsil eder. Değer büyüklüğü, toplumsal olarak gerekli emeğin miktarı ile veya belli bir metanın, belli bir kullanım değerinin üretimi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı ile belirlenir. Marks “değer olarak bütün metalar yalnızca belli bir ölçüde kristalleşmiş emek zamanıdır” der. Şu halde ilk bakışta bir meta kendini bize kullanım değeri ve değişim değeri diye çelişkili, iki şeyin karmaşığı olarak görünür. Daha sonra emeğin de iki yönlü niteliği olduğunu görülür. Marks, “metalarda bulunan emeğin bu ikili niteliğine ilk önce benim tarafımdan eleştirici bir yaklaşımla isbatlanmıştır” der ve bu noktanın “ekonomi politiğin anlaşılmasında dönen püf nokta” olduğunu belirtuir. Tarihi gelişim içinde değişim sırasında metaların biribirine eşitlenmesi sürecinde farklı ürünler öne çıkmış ve sonunda altın genel kabul görmüş ve en sonunda da bugünkü modern para sistemi doğmuştur.

 

Meta üretiminin belli bir aşamasında para, sermayeye dönüşür. Meta dolaşım formülü M-P-M (meta-para-meta) idi, yani bir metaın satın alınması amacıyla bir başkasının satılması. Sermayenin genel formülü, tersine, P-M-P’dir, yani (bir kârla) satma amacıyla, satınalma. Dolaşıma konan paranın ilk değerindeki artışına Marks, artı-değer demektedir. Kapitalist dolaşım içindeki paranın, bu “büyüme” olgusu, bilinen bir şeydir. Özel ve tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim ilişkisi olarak tam da bu “büyüme” paranın sermayeye dönüşmesini sağlar. Meta dolaşımı, yalnızca eşdeğerlerin değişimi olduğu için, artı-değer bu dolaşımdan ortaya çıkamaz; alıcı ve satıcıların karşılıklı kayıp ve kazanımları, birbirlerini denkleştireceğinden, fiyat artışlarından da ortaya çıkamaz, çünkü burada sözkonusu olan bireysel bir görüngü değil, toplumsal olarak kitlesel- ortalama bir görüngüdür. Artı-değeri elde etmek için, “para sahibi… piyasada (pazarda), kullanım-değeri, değerin kaynağı olmak gibi özel bir niteliğe sahip bulunan bir metayı bulmak … zorundadır”, öyle bir metaki, tüketim süreci, aynı zamanda değerin yaratılması süreci olan bir meta. Böyle bir meta vardır. O, insanın emek-gücüdür. Bunun tüketimi emektir, ve emek değer yaratır. Para sahibi, tıpkı öteki her metaın değeri gibi, üretimi için zorunlu olan, toplumsal olarak gerekli-emek zamanı ile belirlenen, değeri üzerinden (yani, işçi ve ailesinin yaşamını sürdürme maliyeti üzerinden) emek-gücünü satın alır, böylece o (para sahibi) onu kullanmaya hak kazanmıştır, yani bütün gün boyunca, diyelim 12 saat, onu çalıştırmaya hak kazanmıştır. Ancak, bu sürenin altı saatinde (“gerekli” emek zamanı), işçi kendi yaşamını sürdürmesi için gerekli maliyeti karşılamak için ürün yaratır; öteki altı saatinde de (“artı”-emek zamanı), kapitalistin karşılık olarak ödeme yapmadığı “artı”ürün, ya da artı-değer yaratır. Bu nedenle, üretim süreci açısından, sermaye içindeki iki bölüm birbirinden ayırdedilmelidir: Üretim araçlarına (makineler, aletler, hammaddeler vb.) harcanan değişmeyen sermaye (sabit sermaye), ki bunun değeri bir değişikliğe uğramadan, (doğrudan, ya da parça parça) mamul maddeye geçer; ikincisi, emek-gücüne harcanan değişen (variabel) sermaye. Bu sonuncu sermayenin değeri sabit değildir, emek süreci içinde artı-değer yaratarak, büyür. O yüzden, sermayenin emek-gücünün sömürü derecesini ifade ederken, artı-değer, sermayenin tümü ile karşılaştırılmamalı, yalnızca değişen sermaye ile karşılaştırılmalıdır. Böylece, biraz önce verilmiş olan örnekte, Marks’ın deyişiyle artı-değer oranı, 6: 6, yani yüzde 100’dür.

 

Sermayenin ortaya çıkması için, iki tarihsel önkoşulun yerine gelmesi gerekir. Birincisi meta üretiminin, nispeten yüksek bir gelişme düzeyinde, belirli miktarda paranın genel olarak bireylerin ellerinde birikmiş olması, ikincisi de, iki anlamda da “özgür” bir işçinin varolmasıdır, yani emek-gücünü satarken, bütün sınırlama ve engellerden özgür, ve toprak ve araziden ve bütün üretim araçlarından özgür, -hiç bir efendiye bağlı olmayan, varlığını ancak emek-gücünü satarak koruyabilen bir işçi, bir “proleter.” Artı-değeri artırmanın iki ana yolu vardır: işgününü uzatarak (“mutlak artı-değer”), ve gerekli işgününü azaltarak (“nispi artı-değer”). İlkinine karşı, işgününü kısaltmak ve azaltmak için işçi sınıfı geçmişte de bugün de yoğun bir mücadele vermektedir. Nispi artı-değer içın kapitalizmde emeğin üretkenliğinin artırılması gerekmektedir. Marks, bunun üç temel tarihsel aşamada gerçekleştiğini belirtir: (1) basit elbirliği; (2) işbölümü ve manüfaktür; (3) makine ve geniş-ölçekli sanayi. Günümüzde buna bir de bilim ve teknoloji devrimini eklemek gerekir. Yeni ve son derece önemli olan bir şey de, Marks’ın sermayenin birikimi konusundaki tahlilidir, yani artı-değerin bir bölümünün ermayeye dönüşmesi ve bunun, kapitalistin kişisel gereksinimlerini ya da kaprislerini gidermek için değil de, yeniden üretim için kullanımı. Marks, sermayeye dönüşen tüm artı-değerin değişgen sermayeyi (yariable kapital) oluşturduğunu sanan bütün eski klâsik ekonomi politikçilerin (Adam Smith’ten başlayarak) yaptıkları hatayı açığa çıkardı. Aslında bu, yani sermayeye dönüşen artı-değer, üretim araçları ve değişen sermaye olarak bölünmüştür. Kapitalizmin gelişmesi ve onun sosyalizme dönüşmesi süreci yönünden çok büyük önem taşıyan bir şey de (toplam sermaye içinde), değişmeyen sermaye (sabit sermaye) payının, değişgen (variabel) sermaye payına göre hızlı büyümesidir. Işçilerin yerine makinenin geçmesini hızlandırarak ve bir uçta zenginlik öteki uçta sefalet yaratarak, sermaye birikimi, “emeğin yedek ordusu!” diye adlandırılan, işçilerin “nispi fazlalığı”na ya da “kapitalist aşırı nüfusa”a yolaçar, ve bu da en farklı biçimlere bürünür ve sermayenin son derece büyük bir hızla üretimi genişletmesine olanak verir. Üretim araçları olarak kredi ve sermaye birikimi ile birlikte bu olanak, kapitalist ülkelerde devresel olarak oluşan, önce ortalama her on yılda bir ve daha sonra daha kısa ve daha belirsiz aralıklarla aşırı üretim bunalımlarının, krizlerin oluşmasına yol açar. Emperyalizm döneminde ise kapitalizm sürekli bir genel bunalıma girmiştir. Devresel krizlerle bütünleşen kapitalizmin bu genel krizi kapitalizmdeki sosyal devrimler çağının da belirtilerindendir. Kapitalizm altında sermaye birikimini ilkel birikim olarak bilinen sermaye birikiminden ayırmak gerekir: Bu, işçilerin üretim araçlarından zorla koparılması, köylülerin topraktan sürülüp atılması, komünal toprakların gaspedilmesi, sömürgeler ve ulusal borçlar sistemi, koruyucu gümrükler ve benzeri şeyler dönemidir. (Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin bu ilkel birikim dönemini andıran bir yanı vardır). “İlkel birikim”, bir uçta “özgür” proleteri yaratırken, öteki uçta para sahibini, kapitalisti yaratır. Marks kapitalist birikimin tarihsel eğilimini şu meşhur sözlerle ifade eder:

 

“Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız ve vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Tek ve bağımsız emekçinin deyim yerindeyse, kendi emek koşullarına dayalı özel mülkiyetin [köylünün ve zanaatçının] yerini, başkalarının, yani ücretli işçilerin sözde serbest emeklerinin sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet alır. … Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu, merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile elele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Das Kapital, MEW 23/791)

 

Burada Marks’ın son cümlelerde anlattığı tekelci sermayenin kapitalist üretime ayak bağı olması ve üretim araçlarının merkezileşmesiyle emeğin toplumsallaşması arasındaki çelişkinin bir noktadan sonra kapitalist kabuğu parçalaması ve devrimci bir sürecin, sosyal devrimler çağının başlamasını Lenin  daha sonra “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyaliz” eserinde geniş sekilde incelemiş ve tekelci devlet kapitalizmini sosyalist devrimin aerifesi olarak nitelemiştir. Insanlık hala bu sosyal devrimler çağında bulunmaktadır.

Marks yaşarken ancak Das Kapital’in 1. Cildini yayınlayabildi. 2. ve 3. Ciltlerini Engels yayınladı. 2. Cildi kapitalin dolaşım sürecini (sirkülasyon sürecini), 3. Cildi de kapitalist üretimin bir bütün olarak icelemektedir. Das Kapital (1.Cilt) dünyada en çok okunan, aranan ve sata kitaptır. Yani Marks da eseri Kapital de canlı yaşamaktadır.

 

Bilimsel Sosyalizm (Komünizm)

 

Buraya kadar anlatılanlar göstermektedir ki, Marks kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesinin kaçınılmazlığını, tümüyle ve yalnızca, çağdaş toplumun ekonomik gelişim (hareket) yasasından çıkarmaktadır. Marks’ın ölümünden sonra geniş ölçekli üretimin hızla büyümesiyle oluşan kapitalist karteller, sendikalar ve tröstlerler, 20. Yüzyılda kapitalizmin emperyalizme yükselmesiyle gelişen tekeller, güçlenen mali sermaye (finanz kapital) ve tekelci-devlet kapitalizmi ve bununla birlikte kendini çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyan ve binlerce biçime bürünerek görülmemiş bir hızla ilerleyen emeğin toplumsallaşması, sosyalizmin kaçınılmaz doğuşunu, başlıca maddi temelini hazırlamaktadır. 20. Yüzyılın sonunda ve 21. Yüzyılın başında bilim ve teknikte, özellikle iletişim teknolojisindeki gelişmeler bu süreçleri daha da derinleştirmiş, sosyalizme geçişin maddi temellerini daha da olgunlaştırmıştır. Bu dönüşümün düşünsel ve manevi itici gücü hem Marks zamanında, hem de günümüzde, bizzat kapitalizm tarafından eğitilen proletaryadır. (Bugün proleterya hem yapısal olarak değişmiş, hem de artık eğitim bakımından hem üretimi, hem dağıtımı geliştirecek, sefk ve idare edecek bir bir düzeye sahiptir. Toplumsal üretim için kapitalistlere ihtiyacı kalmamıştır.) Proletaryanın burjuvaziye karşı farklı ve sürekli içerik olarak zengin biçimler alan savaşımı, politik gücün, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesine (“proletarya diktatörlüğüne”) yönelen, kaçınılmaz olarak politik bir savaşım halini alır. İktidarı müttefikleriyle birlite alan proleterya, proleterya diktatörlüğü dediğimiz sosyalizme (komünizme) geçiş döneminde politik ve ekonomik gücünü kaybeden burjuvazinin tamemen likide edilmesi, kendisinin ve tüm sınıfların kaldırılması içın önlemler alır. Marks ve Engels Manifesto’de şöyle derler:

 

“… işçi devriminde ilk atılacak adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasinin mücadeleyle kazanılmasıdır.

Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya elinde merkezileştirilmesine ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.

Bu ise ilk aşamada kuşkusuz ancak mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine despotça el atmak yoluyla olur, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçici de görünse hareketin süreci içinde kendini aşan ve bütün bir üretim tarzının dönüştürülmesinin aracı olan vazgeçilmez önlemler yoluyla olur…

Gelişme süreci içinde sınıf ayrımları ortadan kaybolunca ve üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde yoğunlaşınca, kamusal zor kullanımının politik niteliği kalmaz. Politik zor kullanımı, asıl anlamıyla bir sınıfın diğerlerine baskı uygulamak üzere örgütlediği zor kullanımıdır. Proletarya, burjuvaziyle mücadelesi gereği sınıf olarak birleşip, devrim yoluyla egemen sınıf olduğunda ve egemen sınıf olarak zorla eski üretim ilişkilerini ortadan kaldırdığında, böylece o üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlığının varlık koşullarını da, bütünüyle sınıfları da ve dolayısıyla sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.

Sınıflarıyla ve sınıf çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişmesinin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.” Bu da sosyalist (komünist) toplum olacaktır. İşte komünist topluma geçişte, kapitalizmle komünizm arasında proleterya diktatörlüğü dediğımiz geçiş dönemini Marx Gotha Programı’nın eleştrisinde açık bir şekilde dile getirmiştir: “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da, bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” Buradan çıkan proleterya diktatörlüğü, kişilerin iradesinden bağımsız olarak, kaapitalist toplumdan komünist topluma geçiste toplumsal bir yasallıktır.

 

İşte bilimsel sosyalizm veya komünizm, komünist toplum için mücadele eden ve komünist toplumun kuruculuğunu gerçekleştirecek olan işçi sınıfının, proleteryanın bu tarihsel misyonunun, sınıf mücadelesinin, sosyalist devrimin, proleterya diktatörlüğünün ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin, komünist hareketin strateji ve taktiğinin, sosyalizim ve komünizm kuruculuğunun ve komünist toplum yönetiminin öğretisi, bilimidir. Bilimsel Komünizm Marksizm-Leninizmin felesefe ve ekonomik teorisine dayanır ve onların devamı ve tamamlayıcısıdır ve Marksizm-Leninizmin diğer ana kollarıyla birlikte komünist ve işçi partilerinin bilimsel olarak politikalarının, strateji ve taktiklerinin temelini oluşturur. Utopik sosyalistlerin, özellikle fransız utopistlerinin görüşlerini eleştirerek sosyalizme, komünizme bilimsel bir içerik kazandıran Marks ve Engels yalnız teori yaratmamışlar, sürekli proleteryanın mücadelesinin içinde olmuşlar ve bu mücadelenin örgütünü, partisini, programını, strateji ve taktiğini geliştirmişlerdir.

 

Eski materyalistlerin temel eksikliğini, onların devrimci pratik faaliyeti, praksisi kavramamak olduğunu belirten Marks, teorik çalışmalarının yanında proleteryanın sınıf sasvaşlarının taktiksel sorunlarına sürekli dikkat göstermiştir. Proleteryanın taktiklerinin temel proleterya taktiklerinin ana görevini Marks materyalist-diyalektik dünya görüşünün bütüm ana ilkelriyle uyum içinde belirlemiştir. Doğru bir taktik için, belirli bir toplumun istisnasız bütün şınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilerin tümünün nesnel olarak dikkate alınması, ve buradan çıkarak bu toplumun ulaştığı nesnel gelişme aşamasının ve onunla diğer toplumlar arasındaki ilişkilerin değerlendirilmesi gerekir. Burada bütün sınıflar ve bütün ülkeler statik olarak değil, dinamik olarak, yani bir hareketsizlik durumu içinde değıl, hareket halinde ele alınır, ki bu hareketin yasaları her sınıfın ekonomik varoluş koşullarından çıkar ve hareket diyalektik olarak ele alınır.  Gelişmenin her aşamasında, her anında, proleteryanın taktiği insanlık tarihinin nesnel diyalektik sürecini dikkate alınarak saptanır. Bu esnada devrimci anlar olduğu gibi, politik duraksama veya yavaş giden “barışcıl”gelişme dönemleri de olur; Bu barışcıl dönemler bir yandan ileri sınıfın sınıf bilincini, gücünü ve militanlığını geliştirmek için  kullanılmalı, diğer yandan da bu tüm çalışmayı hareketin “nihai” hedefine doğru yönlendirilmeli ve bu hedef için pratik çözümler bulma yeteneği yaratılmalıdır.

 

Bu konuyla ilgilim olarak Marks’ın “Felesefenin Sefaleti” eserinde proleteeryanın ekonomik mücadele ve ekonomik örgütlenme konusundaki düşünceleriyle  “Komünist Manifesto” daki politik görevler hakkında düşünceleri çok önemlidir. Felsefenin Sefaletinde Marks şöyle der:

 

“Geniş ölçekli sanayi birbirini tanımayan bir insan yığınını bir yerde yoğunlaştırır. Rekabet bunların çıkarlarını böler. Ama ücretlerin korunması, patronlarına karşı sahip oldukları bu ortak çıkar, onları ortak bir direnme, birlik düşüncesinde birleştirir. … Başlangıçta tecrit edilmiş olan birlikler gruplar haline gelirler … ve daima birleşmiş sermaye ile yüzyüze oluşları, birliğin korunmasını onlar için [yani işçiler için] ücretlerin korunmasından daha çok gerekli hale getirir. … Bu savaşımda – gerçek bir iç savaş – yaklaşmakta olan kavganın gerekli tüm unsurları birleşir ve gelişir. Bir kez bu noktaya ulaştığında, birlik siyasal bir niteliğe bürünür.” Burda, onlarca yılı aşan ekonomik savaşımın ve sendika hareketin, proletaryanın güçlerini “geleceğin kavgasına” hazırlayacağı bütün uzun bir dönem için program ve taktikleri yatmaktadır. Marks ve Engels İngiltere’de işçi hareketinin deneylerinden çıkarak, refah (prosperität) dönemlerinde burjuvazinin proleteryayı satın almayı denediğini, demoralize ettiğini, bir burjuva proleteryası yaratmaya çalıştığını, “devrimci enerjinin” uçup gidebileceğini belirtir. Lenin daha sonra “Emeryalizm” eserinde doğan bir işçi aristokrasisinden bahseder. Günümüzde ise bu fenomen çok daha gelişmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Marks ve Engels, işçi sınıfı hareketinin genel gidişi (ve sonucu) ile bağlantılı olarak, ekonomik savaşım taktiklerini hep ayrıntılı, diyalektik ve gerçekten devrimci açıdan ele almışlardır.

 

Marks ve Engels Komünist Manifesto’sunda, politik savaşımın taktikleriyle ilgili şu temel ilkeyi saptarlar: “Komünistler, işçi sınıfının ivedi hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama mevcut hareket içerisinde, aynı zamanda bu hareketin geleceğini de temsil ederler.” Işte bu yüzden Marks, Almanya’da 1848 ve 1849’da aşırı devrimci demokratları destekledi, ve taktik konusunda o zaman söylemiş olduklarını, daha sonra hiç geri almadı.  Alman burjuvazisini, daha başında, halka ihanet ettiğini ve eski toplumun taçlı temsilcileriyle uzlaşma eğiliminde olduğunu belirten Marks, 1848 Devrimi burjuvazinin, barış içinde köleliği, salt bir özgürlük uğruna, savaş umuduna yeğlemesi nedeniyle başarısızlığa uğramış olduğunu söyler. 1848-49 devrimci dönem sona erdiği zaman, Marks, her türlü ihtilâlcilik oyunu girişimlerine karşı çıkar  ve görünüşte “barışçı” bir yoldan yeni devrimleri hazırlamakta olan yeni dönemde çalışabilme olanağının gerekliliğini belirtir. Almanya’da demokratik (burjuva) devrim tamamlanmadığı sürece Marks, bütün dikkatleri sosyalist proletaryanın taktiklerine, köylülüğün demokratik enerjisinin gelişmesi üzerine çevirdi ve junkerlere ve Prusya milliyetçiliğine karşı hoşgörülü bir tutum takınan Lasalle’ın tutumunu “nesnel olarak … Prusya uğruna, işçi hareketinin tümüne ihanet” olarak itham etti. Engels 1865’de bu konuda şöyle yazar: “Tarımın ağır bastığı bir ülkede, … sanayi proletaryası adına burjuvaziye yalnız başına bir saldırıya geçmek, ama büyük feodal aristokrasinin kırbacı altındaki kırsal proletaryanın ataerkil sömürüsüne tek bir sözcük bile ayırmamak, bayağılıktır.” Yine Marks 1870 senesinde Fransa’daki gelişmeler karşısında Fransız proletaryasını zamansız bir başkaldırma konusunda uyarmış, ama 1871’de ayaklanınca da  (Paris Komünü) “göğü titreten” yığınların devrimci inisiyatifini coşkuyla selamlamıştır. Siyasal durgunluk ve burjuva legalitesi egemenliği dönemlerinde, legal araçların kullanılmasının önemini tümüyle belirten Marks, 1877 ve 1878’de Bismarck’ın sosyal demokratkların çalışmalarını yasaklamak için çıkarttığı Sosyalistlere-Karşı Yasa’dan sonra, “devrimci lafazanlığa” şiddetle karşı çıkarken, diğer yandan da daha fazlasıyla, bir süreden beri Sosyalistlere-Karşı Yasaya karşı kararlılık, metanet, devrimci bir ruh ve illegal bir savaşıma başvurma hazırlılığını göstermeyen Sosyal-Demokrat Parti yetkililerinin oportünizmine de şiddetle karşı çıkmıştır.Marks’ın diyalektik-materyalist bir anlayışla işlediği işçi sınıfının mücadelesinde yakın hedefle uzak hedef, demokratik devrimle sosylaist devrim, ittifaklar, legalle-illegal mücadele hakkındaki taktikleri, politikaları bugünkü mücadele içinde büyük bir önem taşımaktadır.

 

Sınıflı toplumlarda sınıf savaşı kaçınılmazdır ve toplumsal ilerlemenin itici gücüdür. Komünist Manifesto’da Maarks şöyle der: “Bugüne dek varolan bütün toplumların tarihi”, (Engels, daha sonra ilkel komünal topluluğun tarihi bunun dışında, diye ekler) “sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ve köle, patrisiyen ve pleb, efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek sözcükle, ezen ve ezilen, biri ötekine sürekli bir karşı-oluş içindeydi, kimi zaman gizli, kimi zaman açık bir kavga, her defasında, ya bir devrimle toplumun geniş ölçüde yeniden kurulmasıyla ya da katılan sınıfların ortak yokoluşu ile sonuçlanan bitmez tükenmez bir kavga sürdürüyorlardı. … Feodal toplumun yıkıntılarından yeşeren, modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını kaldırmamıştır. Eskilerin yerine, yalnız yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni savaşım biçimleri koymuştur. Çağımız, burjuvazinin çağı, gene de kendisini, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmekle ayırt eder. Toplum, bir bütün olarak giderek daha fazla, iki büyük düşman kampa, birbirleriyle doğrudan yüzyüze gelen iki büyük sınıfa bölünmektedir. Burjuvazi ve proletarya.”  Bugün bu iki sınıf arasında kıyasıya bir savaş gitmektedir. Bu savaşta zafer proleteryanın olacaktır. Yine manifesto’da Marks şöyle der: “Bugün burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar içinde, bir tek proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar, modem sanayi karşısında çürümekte ve sonunda yok olmaktadır; proletarya onun özel ve temel ürünüdür. Aşağı orta sınıf, küçük imalâtçı, dükkâncı, zanaatçı, köylü, bunların tümü, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yok olmaktan kurtarmak için burjuvaziye karşı dövüşmektedir. Bu nedenle, bunlar devrimci değil tutucudur. Üstelik tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çabaladıkları için, gericidirler de. Eskaza devrimci olsalar da bu onların yaklaşmakta olan proleterleşmelerinden ötürüdür; böylece, bunlar mevcut çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını savunurlar; bunlar proletaryanın görüş açısını benimsemek için kendi görüşlerini terkederler.” Marks burjuvazi ile Proleterya arasındaki bu savaşı şu tesbitleri yaparak kapatır:

“Gördük ki şimdiye kadar toplumların hepsi ezen ve ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmaktaydı. Ama bir sınıfı ezebilmek için ona en azından kölece varlığını sürdürebileceği koşulları sağlamak gerekir. Nasıl feodal mutlakıyet boyunduruğu altında küçük burjuva burjuvalığa çıkmışsa, serflik döneminde serf komün üyeliğine yükselmeye çalışmıştır. Buna karşılık modern işçi, endüstrinin ilerlemesiyle kalkınacağına, sürekli kendi sınıfının koşullarının da daha altına düşmektedir. İşçi sefilleşiyor ve sefalet, halktan ve zenginlikten daha hızla gelişiyor. Böylece apaçık ortaya çıkıyor ki, burjuvazi daha uzun süre toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi sınıfının varoluş koşullarını topluma düzenleyici yasa olarak dayatma yeteneğinde değildir. Burjuvazi hükmetme yeteneğinde değildir, çünkü kölesine köleliğinde bile var olma güvencesi veremiyor, çünkü köleyi, o kendisini besleyeceğine kendisi onu beslemek zorunda olduğu bir duruma düşmeye zorlanıyor. Toplum artık burjuvazinin sultasında yaşayamaz, yani, burjuvazinin varlığı toplum tarafından taşınabilir gibi değildir.

Burjuva sınıfının esas varlık ve egemenlik koşulu, servetin özel ellerde birikmesidir, sermayenin oluşması ve artmasıdır; sermayenin koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek yalnızca işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayanır. Taşıyıcısı ister istemez ve engelsizce burjuvazi olan sanayinin ilerlemesi, işçilerin rekabet yoluyla yalıtılması yerine onları bir araya getirerek devrimci birleşimlerini sağlar. Demek ki büyük sanayinin gelişmesiyle burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünü sahiplendiği kendi temeli ayağının altından çekilmektedir. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretiyor. Onun yıkılması ve proletaryanın zaferi aynı oranda kaçınılmazdır.”

 

Proleterya burjuvaziye karşı savaşını yalnız ekonomik ve politik alanlarda değil, teorik, ideolojik alanda da yürütmesi gerekir. Ideolojik saavaşa Marks ve Engels çok önem vermişlerdir. Özellikle marksist Sosyaldemokrat İşçi Partsi ile lasalcı Alman Genel İşçi Birliği’nin birleşmek için hazırladıkları Eisennach Programı’nı aşmayan Gotha Programı’nın ilkesizliklerini eleştiren Marx, ilkesiz bir birlik yerine eylem birlijkleri yapılmasını önerir ve Wilhelm Bracke’ye yazdıği mektupda bunu şöyle ifade eder: “…mahküm edilmesi gereken ve partinin moralini bozan bir programı, diplomatik bir suskunluk yoluyla olsa bile, tanımamak benim için bir görevdir. İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir. Eğer Eisenach Programını aşmak mümkün olmazsa – ve koşullar buna elverişli olmazsa -muhataplarımızla, ortak düşmana karşı bir hareket anlaşması yapmakla yetinmeliyiz. Eğer bunun tam tersine, (bunu uzun bir ortak çalışmayla böyle programların hazırlanabileceği bir zamana bırakmak dururken) ilke programları imal etmeye kalkışırsak, o zaman, herkesin gözü önünde, bütün dünyaya, partinin hareket düzeyini gösteren nirengiler yerleştirmiş oluruz. Lasalcı önderler, koşullar onları zorladığı için bize gelmekteydiler. Eğer onlara, ilkeler üzerinde pazarlığa girişilmeyeceği daha başından söylenmiş olsaydı, bir hareket programı ya da ortak hareket için bir örgütlenme planı ile yetinmek zorunda kalırlardı… Birleşme olgusunun tek başına işçileri mutlu kıldığı bilinmektedir, ama bu bir anlık başarının pahalıya alınmadığına inananlar yanılacaklardır.” (TKP ve TIP birleşmesinde Marks’ın bu sözleri kulaklarımıza küpe olsaydı, şimdi ne TKP ne de TIP likide olmuş olurdu.)

 

Partinin teorik, ideolojik mücadelesinin önemi için Engels de “Alman Köylü Savaşı”nın 1870 Önsözüne Ek’de şöyle der:  “Bir işçi hareketi varolalı beri, mücadele, ilk kez olarak, – teorik, siyasal ve pratik-iktisadi (kapitalistlere karşı direnç) – üç yönü içinde, uyum, bağlantı ve sistematik bir biçimde yürütülmüştür. Alman [işçi -ç.] hareketinin yenilmez gücü, işte, deyim yerindeyse, bu konsantre  saldırıdadır. Bir yandan, elverişli konumları nedeniyle, öte yandan Ingiliz [işçi -ç.] hareketinin adasal özellikleri ve Fransız [işçi -ç.] hareketinin zorla bastırılması sonucu, Alman işçileri, şimdilik proleter mücadelenin ön safında yer almış bulunuyorlar. O1ayların, bu şeref yerini ne kadar zaman onlara bırakacağı önceden söylenemez. Ama, bu yeri tuttukları sürece, görevlerini, gerektiği gibi yerine getireceklerdir, bunu ummak gerek… Bunun için, tüm mücadele ve ajitasyon alanlarındaki çabalarını bir kat daha artırmalıdırlar. Önderlerin ödevi, özellikle, bütün teorik sorunlar üzerinde gitgide daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini gitgide daha çok kurtarmak, ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istediğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır. Buna göre, böylece kazanılan gitgide daha açık görüşleri, işçi yığınları arasında artan bir çabayla yaymak, ve parti ve sendikalar örgütünü gitgide daha güçlü bir biçimde sağlamlaştırmak önem kazanacaktır.” Marks ve Engels’in bu saptamalarından hareketle Lenin “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz” belgisini atmıştır.

 

Marks ve Engels yaşamları boyunca işçi sınıfının devrimci bir partisinin ve bu partinin devrimci bir programının olması için mücadele etmişlerdir. Komünist Maanifesto’dan, 1. Enternasyonal’in Kuruluş Çağrısı’ndan (Inauguraladresse’den) sonra Eisennach, Gotha ve Erfurt parti kongre ve programlarının eleştrisi bunlara örnektir. Lenin emperyalizm çağına uygun şekilde Marks ve Engels’in parti ve program konusundaki görüşlerini geliştirdi. Emperyalizm çağında sınıf ve yığınla bağlı bir kadro partisinin gereekli olduğunu gösterdi ve bu partinin yaratılması, saflarının devrimci teoriyle arı tutulması için savaşti. Bugün de önümüzde sınıf ve yığınlarla bağlı böyle bir kadro, sınıf ve yığın partisini yaratmak durmaktadır. Bilimsel komünizm dün olduğu gibi bugün de bize partimizi ayağa kaldırmakta, strateji ve taktiğini işlemekte yol gösterici olacaktır.

 

Marks ve Engels gerek “Komünistler Birliği”, gerek “Birinci Enernasyonal” ve gerekse Almanya Sosyaldemokrat İşçi Partisi ve Sosyalist İşçi Partis’nin kuruluşunda enternasyonal içeriğe, ruha ve örgütlenmeye büyük önem vermişlerdir. Komünistler Birliği ve 1. Enternasyonal’in kendileri her ülkede seksiyonları olan birer enternasyonal partilerdi. Daha sonra her ülkedeki sosyaldemokrat veya sosyalist partiler II. Enternasyonali, Büyük Ekim Devrimi’nden sonra komünist partileri III. Enternasyonali oluşturdular. Bugün de Enternasyonal kapitale karşı savaşan işçilerin mücadeleyi bir merkezden seft ve idare edecek entrnasyonal örgütlere ihtiyacı vardır. Bu koşullarda her ülkedeki komünist partisi enternasyonalin bir seksiyonudur. Bunların işleyişi demokratik merkeziyetciliğe dayanır. Her seksiyon kendi ülkesinde sınıf savaşını yürütmekte otonomdur, ama bu işçi sınıfının uluslararası mücadele hedefleriyle uyum içinde olacaktır. Her zaman uluslararası alanda işçi sınıfının genel çıkarları önde gelir. Mücadele ulusalla enternasyonal olan arasındaki diyalektik ilişki ve çelişkilerin sürekli çözülmesiyle yürütülür. Komünizmin zaferi ve kuruculuğu ulusal değil uluslararasıdır, en azından en gelişmiş ülkelerde birden ve eş zamalı olacaktır. Sovyet ve reel sosyalizmi ne sosyalizm ne de komünizmdi. Buraya giden yolda korunması ve muhafaza edilmesi gerekn bir deneydi, bir geçiş dönemiydi, proleterya diktatörlüğü dönemiydi. Ilerde de bu gibi kazanımlar büyük rol oynayacaktır. Sosyalizme ve komünizme bu yollardan geçilecektir. Unutmayalım, hem Marks ve Engels, hem Lenin, hem de günümüzde tüm komünist partilerinin genel ortak belgisi: „Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz“dir. Bu enternasyonal birlik bizim enternasyonal örgütlenmiş kapitale karşı yenilmez gücümüzdür.

 

1883 senesinde Engels’in Marks’ın mezarının başında yaptığı konuşma marksist öğretinin bir özeti olduğu için buraya aktararak bu bölümü bitiriyoruz:

 

“14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk. 
Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek. 
Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını buldu, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve, böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve, buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu. 
Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi. 
Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle bir tek buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marx araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanlann sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatte matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı. 
Bilim adamı olarak, buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marx için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bir bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa olsun, sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya devrimci bir önem taşıyan bir bulgu sözkonusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marx, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve, daha şu son günlerde, Marcel Deprez’in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu. 
Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o. 1842’de birinci Rheinische Zeitung’a, 1844’te Paris’teki Worwärts’a, 1847’de Brüksel’deki Deutsche-Brüsseler-Zeitung’a, 1848-1849’da Neue Rheinische Zeitung’a 1852’den 1861’e değin New York Tribune’e katkı, ayrıca, bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararasi Emekçiler Derneğinin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra’da çalışma, işte, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar. 
Marx, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok karaçalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu karaçalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya’ya değin, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu. 
Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da!”

 

 

3- Marks-Engels ve Türkiye (Osmanlı Imparatorluğu)

 

Orient Sorunu veya Şark Meselesi veya Türk Sorunu

 

Marks ve Engels 1852 yılından itibaren hemen hemen 10 yıl boyunca New-York Daily Tribüne adlı Amerikan gazetesine Avrupa ve Asya’daki politik gelişmeler konusunda makaleler yazdılar. Bu makalelerden bazılarının konusu Osmanlı İmparatorluğunun konum ve durumuyla ilgiliydi. Türkiye Üzerine, Orient Sorunu, Şark Meselesi veya Türk Sorunu olarak genelleştirilen bu makalelerde Marks ve Engels, Osmanlı İmparatorluğunun Rusya ile Batı Avrupa, özellikle İngilteere arasında olan rekabetteki durmunu, büyük devletler arasındaki bu rekabette düştüğü tampon devlet konumunu, bu devletlerin imparatorluğu bölüşmek için izledikleri politikaları, bunun Avrupa devrimci ve özgürlükcü hareketleri üzerindeki etkilerini anlatmaktadırlar. Bu makaleler ayrıca Osmanlı İmparatorluğununn politik, sosyal ve sınıfsal yapısı hakkında da bilgiler içermektedir. Bu dönemde Osmanlı Imparatorluğunun topraklarının paylaşılması, büyük devletlerin, özellikle Rusya ve Ingiltere’nin  yakın Doğu’daki çıkarları, Boğazlara kimin hükmedeceği, Balkanlar ve Önasya’daki ülkeler üzerinde kimin hegemonya kuracağı konusunda  Avrupa’daki büyük güçler sık sık hep karşı karşıya geliyordu. O zaman Orient Sorunu veya Şark Meselesi veya Türk Sorunu Avrupa’nın gündeminden hiç düşmüyordu. Bir dönemin özellikle bizleri de yakından ilgilendiren bu olayları Marksist açıdan inceleyen bu makaleler Türkiye solcuları için önemli bir hazinedir.

 

Engels tarafından yazılan: “Gerçekten Türkiye’de söz konusu olan nedir”, “Türk sorunu”, “Avrupa Türkiye’si ne olacak” gibi makaleleri Marksizm kurucularının Orient sorunu konusunda görüşlerini dile getirir. Engels Türk yayılmacılığından sonra Yakın Doğ’da ve Balkanlar’da doğan durumu inceler ve Avrupa güçleri arasında Türk toprakları konusundaki karşıtlığın ekonomik, politik ve askeri nedeenleri hakkında açıklık getirir. Bu konuda devrimci proleteryanın ve Avrupa demokrasisinin ilkelesel tutumunu ortaya koyar. Özellikle Ingiliz yayıncısı David Urquhart, feodal, gerici Osmanlı Imparatorluğunun muhafaza edilmesini savunurken, Mearks ve Engels ise tam karşıt görüşü ileri sürerler ve bu imparatorluğun hükmettiği halkların tarihsel gelişmesinin nasıl önünde durduğunu gösterirler. Onlar bu halkların ulusal bağımsızlık taleplerini desteklediler ve Balkanlarda bağımsız bir Slav devletinin oluşmasını savundular. Balkan yarımadasında baskı altındaki halkların Türk boyunduruğundan kurtarılmasını Marks ve Engels Avrupa devriminin önemli bir ödevi saydılar. Viyana Kongresine dayanarak Balkanlarda statükonun zorunlu muhafaza edilmesi doktrinini savunan ve burdaki halkların bağımsızlıklarına karşı direnen Batı Avrupa hükümetlerinin politikasını Engels demaske etti ve statüko savunucularını “korkaklık ve rutin diplamasisi”nin temsilcileri olarak itham etti. “Hayır,” der Engels, “eski anlayışta diplomasi ve hükümet bu zorluğu asla çözmeyecektir. Türk sorununun çözümü, diğer daha bir çok sorunun çözümü gibi, Avrupa devrimine kalacaktır… 1789’dan beri devrimin kilometre taşları devamlı yakınlaşmaktadır… Onun sonuncularının adı Varşova, Debreczin, Bükreş’tir, gelecek devrimin kilometre taşları Petersburg ve Konstantinopel olacaktır. Bunlar, Rus antidevrimci ucubenin saldırılması gereken iki zayıf noktasıdır.”  (MEW 9/33)

 

19. Yüzyılın 50’li yıllarında Marks ve Engels çarlık mutlakiyetine karşı mücadelelerini sürdürdüler, zira çarlık, 1848/49 olaylarının net ve açık bir şekilde gösterdiği gibi, devrimin en korkunç düşmanıydı. Onlar aynı zamanda devrimci hareketlere karşı Çarı destekleyen ve onu gericiliğin kalesi olarak muhafaza edilmesini isteyen Avrup ülkeleri gericiliğine karşı da savaştılar. Çar Balkan halklarındaki Rus halkına karşı duyulan sempatiyi kendi ilhak ve işgal politikasına alet etmeye çalıştı. Rusya’nın Türkiye’ye karşı savaşlardakı zaferleri objektif olarak bu Balkan halklarının Türk boyunduruğuna karşı kurtuluş savaşlarına bir  destek teşkil ediyordu, ama diğer yandan da Çarın gerici politikası Slav halklarının özgürlükleri için direnmelerine neden oluyordu. Marks ve Engels Çarın Avrupa gericiliğinin ana kalesi ve hem Rus halkının hem de diğer halkların zalimi olarak belirlediler. Çarlığın güçlenmesini Avrupa ve Avrupa demokrasissi için büyük bir tehlike olarak gördüler.

 

„Urquhart-Bem—Lordlar Kamerası’nda Türk sorunu“,  “Avam Kamerası’nda Türk sorunu”, “Dörtlü antlaşma-İngiltere ve Savaş” ve diğer daha bir çok makalede Marks ve Engels İngiltere’nin Orient sorunu hakkındaki tutumunu inceledi ve Ingiliz hükümetinin dış politikasını ağır bir eleştiriye tabi tuttular. Marks ve Engels’in müteaddit defalar vurguladıkları gibi, İngiliz politikası burjuva-aristokrat bir oligarşinin bencil çıkarları tarafından dikte edilmekte, bu politika dış politikada da burjuva Fransız devriminden beri Avrupa’da, 1848/49’da çarlık Rusyası ve diğer gerici güçlerle ittifak halinde devrimci güçleri bastırmakta hep karşı devrimci bir rol oynamıştır. İngiltere’deki egemen çevreler Orient sorunu konusunda Rusya’yla çıkacak bir anlaşmazlığın, Kara Avrupa’sından İngiltere’ye de sıçrayabilecek bir genel devrimci yangın olabileceğinden hep korkmuşlardır. Bu durum ingiliz diplomasisine damgasını vurmuştur. Bu makalelerde Marx ve Engels, Ingiliz diplomasisinin ikiyüzlülüğünü, bir çok Avrupa krizlerinde provakatör rolünü, müttefiklerine karşı sadakatsız tavrını bir kez daha ortaya koyarlar.

 

“Lord Palmerston” ve “Palmerston’un istifası” adlı makalelerinde Marks, Palmerston ve egemen Ingiliz oligarşisinin diğer temsilcilerinin Orient sorununda da böylesine sözünü tutmayan, çift ağızlı davranış yöntemlerini, karşı devrimci politikalarını kanıtlar. Palmerston’un ve İngiliz egemen sınıfının temsilcilerinin Orirnt sorunundaki tutumları yalnız devrimden korkuları ve bununla mücadelede Rus mutlakiyetini kullanma arzuları tarafından belirlenmiyor, aynı zamanda İngiltere’nin Yakın Doğu’da saldırgan niyetlerini ve Kafkasya’daki ilhak hedeflerini, çarlık Rusyası’nın zararına egemenliğini güçlendirme planlaryla da belirleniyor. Bu planlar Kırım savaşının patlak vermesinde hiç de azımsanmayacak bir rol oynamıştır.

 

“Londra basını – Türk sorununda Napolyo’un politikası” ve diğer bazı makalelerinde Marks, bonapartist Fransa’nın Orient sorunundaki tavrının arka perdesin açığa vurur ve Louis Bonaparte’ın Kırım savaşına neden olan Orient çatışmasında maceracı ve hanedanlık hedeflerini ortaya koyar. Louis Napolyon için dış politikadaki macerapereslik gerici bonapartist diktatlörlüğün muhafazası için bir araç olduğunu belirtir. Halkları harbe sürükleyen egemen sınıfların istila politikalarına karşı Marks ve Engels çarlığa karşı ve Avrupa’nın demokratik dönüşümü için gerçek devrimci savaşlar fikrini ileri sürerler ve Polonya’nın, Macaristan’ın, Güney Slavların ve diğer ezilen ulusların kurtuluşunun, Almanya’nın ve İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanmasının devrimci-demokratik yollardan olamsını savunurlar. Böyle bir savaş Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde karşı devrimci rejimlerin yıkılmasını getirecek ve modern toplumun ilerici sınıfı proleteryanın iktidara gelmesine yardım edecektir.

 

Ayrıca Engels’in Rusya ile Türkiye arasında savaş başlamadan önce askeri durumu değerlendiren bazı makaleleri vardır. “Tuna’da savaş”, “Kutsal savaş” gibi değerlendirmelerinde Engels Kafkasya ve Balkanlar’daki savaş alanlarında harbin koşullarını, savaşan taraflar arasında güçler dengesini ve her iki ordunun harp operasyonlarını inceler. Sinop’daki deniz savaşı ile ilgili değerlendirmesi ve Osmanlı donanmasının hatalarını anlatan makalesi bugün için de ibret verici derslerle doludur. Kırım savaşıyla ilgili bir dizi makalesinde de Engels strateji ve taktik konularında değerli sonuçlar çıkarmıştır. Bu makaleler savaş sanatıyla ilgilenen marksist askeri uzmanlar ve terihciler için büyük değer taşır. Engels kendi zamanındaki modern savaş deneylerini tarihsel materyalizm temelinde genelleme yoluna gitmiştir. Kırım savaşıyla ilgili makalelerinde Engels marksist bilim için yerni bir alan açmıştır.

 

Marks, 22.Mart 1853 tarihinde yazdıği ve 7. Nisan 1853’de New-York Daily Tribüne gaazetesinde yayınlanan makalesinde önce “Orient Sorunu”nun Rus Prensi Menşikov’un İstanbul’a gelişiyle birlikte yeniden politik gündeme oturuşunu anlatır. Menşikov önce Tuna boylarındaki kırallıklara yerleştirilmiş Rus birliklerini teftiş ettikten sonra 28. Şubatta gösterişli bir şekilde Rum ve Rus ahalinin onu bir çar gibi karşılamasıyla Konstantinopel’e girer. Prens Menşinkov, daha önce Rusların istediği Dış İşleri Nazırı Fuat Efendinin görevden alınmasıyla yetinmez, Padişahtan yalnız Türkiye’deki tüm hristiyanların Rus Çarının himayesinde olmasını değil, aynı zamanda Rum Patriğini atama hakkını da Çara verilmesini taleb eder. Buna kızan Londra ve Paris Rus gemilerinin karşısına kendi gemilerini dikerler ve Rus Çarının taleblerine karşı olduklarını belirttiler.

 

Marks, Avrupa’da “Devrimci fırtınanın bir an içın her yatışmasından sonra şundan emin olunabilir ki, sürekli tekrar eden bir sorunun ortaya çıktığı görülür: ‘Orient Sorunu’” der ve bu sorunun Fransız Devriminin fırtınaları yatıştıktan sonra, Laibach ve Verona Kongrelerinden sonra, 1830 olaylarından sonra hep ortaya çıktığını belirtir. Birincisinda Napolyon ve Rus Çarı Aleksandr Tilsiter barışını imzaladıktan sonra (1807) Aleksandr dağılan Osmanlı Imparatorluğunu içten çökerttmek için bir orduyu Türkiye’nin üstüne sürer. Laibach ve Veona Kongreleriyle (1821/22) Batı Avrupa’da devrimci hareketler bastırıldıktan sonra Çar Nikolaus Türkiye’ye karşı yeni bir saldırıda bulunur. 1830 Temmuz devrimi ve devamı olan Polonya, Italya, Belcika’da ayaklanmalar bastırıldıktan sonra 1840’da Orient Sorunu “büyük devletleri” tekrar genel bir savaşın eşiğine getirir. Marks Avrupa’da her anarşı ve devrimci tehlike atlatıldıktan sonra tekrar tekrar hala daha çözülmemiş olan bir sorun ortaya çıkar: “Türkiye’yi ne yapalım?” sorunu der.

 

Marks, Türkiye’nin ilk Fransız devriminden beri statükonun muhafazasını savunan lejitimist monarşi hükümetlerinin kanayan noktası olduğunu belirtir ve Viyana Kongresinde birbirine giren Avrupa monarşistlerinin ortaya koydukları şeyin Avrupa’nın paylaşılmasına kalkışılmaması, statükonun ilahlaştırılması olduğunu yazar, şunları vurgular: “Türkiye’de statükonun korunması! Bu insanın ölü bir atın leşini çürümenin belli bir aşamasında muhafaza etmeye teşebbüs etme gibidir… Şimdiki ‘Avrupa denge’ sistemi ve statükonun muhafazası devam ettiği sürece Türkiye çürüyecek ve durmadan daha çok çürüyecektir…” Bundan sonra Marks şöyle devam eder: “Bir kez söz konusu olanın ne olduğunu bir görelim. Türkiye tamamen birbirinden farklı üç parçadan oluşmaktadır: Afrika peyk devletleri Mısır ve Tunus’dan, Asya Türkiye’sinden ve Avrupa Türkiyes’sinden. Afrika toprakları, özellikle Misır… Türkiye’nin ilerdeki bir paylaşımında (İngiltere’ye) düşecektir. Asya Türkiye’sinde hâlâ bu imparatotluğu ayakta tutan tüm güç bulunmaktadır. Türklerin dört yüz yıldan beri başlıca oturdukları Küçük Asya ve Ermenistan, Viyana surlarını tehditle başlayan Türk ordusunun rezervoarını, deposunu teşkil eder…  Seyrek oturulmuş olmasına rağmen Asya Türkiyesi Türk milliyetinin kapalı fanatik bir müslüman yığınını teşkil eder… Ve gerçekten de bu bölgelerle ilgili ‘Orient sorunu’nun görüşülmesinde yalnızca Filistin ve Lübnan’ın hristiyan vadileri olmak üzere iki bölge dikkate alınır. Gerçek tartışmalı nokta daima Avrupa Türkiye’sidir., Save ve Tuna’nın güneyindeki büyük yarımadadır…”  Marks bu yarımadada 12 milyon Slav, Yunan, Vallah ve Arnavutun bir milyon Türkün altında tutulduğunu, reform girişimlerinin Türk hükümeti tarafından başarısızlığa uğratıldığını, islam fanatizminin her seferinde yeniden iktidara geldiğini belirtir ve Türk hükümetinin ayaklanmalar nedeniyle hristiyan illerinde her yıl daha da zayıfladığını, ama bu isyanların başarısız kaldığını, Tuna boyu ülkelerin arka arkaya Rus himayesine girdiklerini vurgular ve şu tesbiti yapar: “Türkiye’nin Avrupa’daki varlığı Trakya-Illürien yarımadasının kaynaklarının gelişmesine ciddi bir engel olduğunu itiraf etmeliyiz” der.

 

Marks, “Türkleri, Türkiye’de yönetici sınıfı olarak zor nitelenir” der ve şöyle devam eder: “çünkü çeşitli toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler, çeşitli ırklar arasındaki ilişkilerden daha az karışık değildir. Türk, şartlara ve bulunduğu yere göre; işçi, ekici, küçük çiftçi, esnaf, derebeylik (feodal) düzeninin en alt ve en barbar döneminde bulunan toprak sahibi, memur ya da askerdir. Türk hangi konumu alırsa alsın, o  imtiyazlı bir dinin ve milletin mensubudur… Bosna Hersek’te Slav menşeli asilzadeler, İslam dinini kabul etmişlerdir, ama halk yığını Rayah, yani hristiyan olarak kalmıştır. Bu ilde demekki hakim sınıf ve hakim din aynıdır, her durumda Bosnalı müslüman türk soyundan olan din kardeşiyle aynı düzeydedir. Avrupa’da Türk halkının ana dayanağı –Asya’daki rezerveyi görmezsek- Konstantinopel ve bir kaç diğer büyük şehirdeki ayaktakımıdır, o daha çok Türk soyundandır… Ve şüphesiz er veya geç, Avrupa kıtasının en güzel yerlerinden birini bu ayaktakımının egemenliğinden kurtarılacağı mutlak zorunluk doğacaktır.” Marks’ın burada kasteddiği Balkan halklarının despot, “feodal düzenin en alt ve barbar döneminde” bulunan Osmanlı egemenliğinden kurtulmasıdır.

 

Engels de 12 Nisan 1853’de New-York Daily Tribüne gazetesinde yayınlanan makalesinde, Ingiliz gazetelerinin Orient sorununa yeterince deyinmediklerini, oysa Ingiltere’nin Rus ilhak ve yayılma emellerinin amansız bir karşıtı olduğunu belirtir ve şöyle der: “Ingiltere, Rusya’nın Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının hükümranı olmasına asla müsaade edemez. Ticaret ve politika açısından böyle bir olay Britanya’nın iktidar konumlarına, ölümcül olmasa da, şiddetli bir darbe indirmiş olur. Ingiltere’nin Türkiye ile ticari ilişkilerine bir bakmak yeterlidir.” Engels, Hindistan’a deniz yolunun bulunmadan önce Konstantinopel’in geniş bir ticaret pazarı olduğunu, ama bugün de Türk limanlarının Avrupa ile İç Asya arasında, Hint mallarının kara yoluyla Iran, Turan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmasında önemli ve gelişen bağlantıya sahip olduğunu, Karadeniz ve Hazer Denizinin bu ulaşımda önemli bir yer tutacağını, Istanbul’un, ama özellikle Trabzon’un Asya içlerine, Iran ve Türkistan’a, Fırat ve Dicle vadilerine yapılan kervan ticaretinde ana pazar olacağını belirtir ve Asya içlerinde Rus ve Ingiliz mallarının rekabet ettiğini, Ingiltere’nin Asya içlerine olan ticarette iki yandan, Indus bölgesinden ve Karadeniz’den saldırması gerekeceğini vurgular, Orient sorununun çözümü konusunda gelecekte Doğu’da Ingiltere ve Rusya’nın karşı karşıya geleceklerini tesbit eder. Engels Çanakkale ve Istanbul Boğazlarının, Karadeniz ve Trabzon’un yalnız erkonomik alanda değil, askeri alanda da büyük bir öneme haiz oldugunu belirtir, “Ruslar tarafından Türkiye’nin istilası muhakkak Macaristan, Prusya, Galiçya’ni ilhakının habercisi olacak ve nihayet bazı fanatik panslavist filosofların hayal ettiği Slav imparatorluğu gerçekleşecektir… Eğer Rusya Türkiye’ye sahip olursa kuvveti iki misli artacaktır ve geri kalan Avrupa’nın tümünden daha fazla bir ağırlık kazanacaktır. Böylesi bir gelişme devrimci dava için tarif edilemez bir felaket olacaktır. Türk bağımsızlığının korunması veya –Osmanlı Imparatorluğunun olası bir parçalanması durumunda- Rus ilhak planlarının akamete uğratmak büyük öneme haiz şeylerdir. Burada devrimci demokrasinin çıkarlarıyla Ingiltere’nin çıkarları birbirine uygun düşer; ne biri ne de diğeri, Çara Konstantinopel’in Rus başşehirlerinden biri olmasına müsaade edmemelidir ve eğer olağanüstü durum vukuu bulursa göreceğiz ki,, ikisi de ona aynı ölçüde enerjik bir şekilde direnecektir.”

 

Engels’in burada yaptığı analiz ve çizdiği taktik, önerdiği politika bugünün marksistleri için de yol göstericidir. Marks ve Engels için önemli olan Avrupa’da gelişen devrimci hareketin Rus çarlığı ve İngiliz egemn güçleri tarafından ezilmemesidir, proleter hareketin güçlenmesidir. Devrimci haretet için, halkların özgürleşmesi için hem Ingiltere, hem Osmanlı Imparatorluğu büyük tehlikedir, ama en büyük tehlike Rusya’dır. Eğer Rusya Osmanlı Imparatorluğunu işgal eder ve İstanbul’u zaptederse, o zaman Avrupa’da devrimci hareketi boğması daha kolay olacaktır. Öyleyse Rus Çarının güneye doğru ilerlemesini durdurmak devrimci hareketin çıkarınadır ve bunun için gerici İngilter’yle paralel olarak devrimcilerin Rus Çarına karşı direnmesi gerekmektedir. Bu politika bugün yaşadığımız devrimci mücadele için zengin bir deney oluşturmaktadır. Yakın hedef, uzak (nihai) hedef ve bunlasr arasındaki diyalektik ilişkileri kurmak, devrimin yolunde adım adım ilerlemek bugün de starteji ve taktiğimizin köşe taşıdır. Marks ve Engels’in Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili makalelerinde yaptıkları tesbitler, Batı Avrupa ile Rusya arasındaki tampon durunu ve politik, ekonomik ve askersel olarak zayıflığı ve bu devletlere bağımlılığı, buna bağlı olarak hızla çöküşü ve dağılması sanki bugünkü cumhuriyet Türkiye’sinin içinde bulunduğu politik, ekonomik ve askeri durumun ve sosyal durumun tasviridir. Tarihini çarpıtan ve tarihinden ders çıkarmayan bir bir millet olmanı gaiba daha çok çekeceğiz. Ülke ve halkımızın “makus talihi”ni ters yüz edecek olanların, biz devrimciler, ilericiler, sosyalist ve komünistler olacağını unutmayalım ve bu sorumluluk ve anlayışla çalışma ve mücadelemizi sürdürelim! Marksizmi-Leninzmi öğrenelin: Okuyalım, inceliyelim, araştıralım, düşünelim, onun yolunda savaşalım ve ilerliyelim!

 

TKP 1920                                                      www.tkp-online.com